31 Ocak 2015 Cumartesi

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

Huxley'nin fütüristik düstopyası, ortaya koyduğu sosyal istikrar kompozisyonu ve bunun merkezine yerleştirdiği tüketim güdüsü ile türünün en önemli romanlarından biri. Üçte ikisi geride kaldığında zihnimde tepinen "bu mu klasik" söylenmelerini bastırmaya çalıştığım, ancak son düzlükte arap atı gibi açılan, düstopya kurgularının en başarılı örneklerinden biri. Ve romandan gözüme takılan bazı kısımlar: 


"Çünkü bizim dünyamız Othello'nunkiyle aynı değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız - aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız... İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri asla istemiyorlar... Şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar... Bir de özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz! Fakat istikrar karşılığında ödememiz gereken bedel işte bu. Mutluluk ile eskiden insanların güzel sanatlar dediği şey arasında seçim yapmak gerekiyor. Biz, güzel sanatlardan fedakarlıkta bulunduk... Değişmek istemiyoruz. Her değişim istikrar için bir tehdit unsurudur... Salt bilim konusunda yapılan her buluş, yıkıcılık potansiyeli taşır; bazen her bilim dalına olası bir düşman muamelesi yapmak gerekir. Evet, bilime bile... Bu da istikrar maliyetinde bir başka kalem. Mutlulukla uyuşmayan tek şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. Bilim tehlikelidir; büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız."


Gözyaşları gereklidir. Othello'nun söylediklerini hatırlamıyor musunuz?
"Böyle bir huzur gelecekse her fırtınanın ardından, essin rüzgarlar ta ki ölümü uyandırana dek."

  "Bireyselliğinin farkına varmış bir sürü insan. Düzenden memnun olmayan, kendi bağımsız düşünceleri olan insanlar. Kısacası, biri olmayı başaran herkes..."
"Hiçbir suç, davranış bozukluğu kadar bağışlanmaz değildir."


 "Bir kez amaç türünden açıklamaları kabul etmeye başladınız mı, ne sonuçlar doğurabileceğini bilemezdiniz... Mutluluğa olan inançlarını yitirmelerine neden olabilir ve asıl amacın daha derinde bir yerlerde, fiziksel insanın ötesinde bulunduğuna inanmaya yönlendirebilirdi. Yaşamın amacının, mutluluğun sürekli kılınması değil, bilincin yoğunlaştırılması ve arınması, bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye itebilirdi insanları... Ancak bugünün şartlarında kabul edilemezdi!"




Operasyon Valkyrie: Beklentileri Karşılamak Zordur!

Yönetmen BryanSinger oldukça başarılı iki bölümlük X-Men uyarlamalarından sonra ne yapacağı merak edilen bir sinemacı olmuştu. X-Men serisinin üçüncü projesinden çekildikten sonra yeni filmi daha da önem kazanmıştı. Bu soru işaretleri içinde 2007 yılında Valkyrie geldi. Geldi gelmesine ama beklenen gürültüyü de çıkaramadı. Gösterime girdiği dönemde beklentileri karşılayamadığı yönünde sıkça eleştirilen yapım, sinema seyircisinde heyecan yaratmaktan uzak kalmıştı.


 "Opersayon Valkyrie", İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler'in yaptıklarına tanık olan Albay Stauffenberg'in Hitler karşıtı bir Alman Direniş Örgütüne katılması ve bu örgütün Hitler'i ortadan kaldırma çabası üzerine kurulu. Bu noktada, filmin gerçek bir hikayeden uyarlama olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu arada Tom Cruise'un başrol için bu filme uygun olup olmadığı da tartışılabilir, ki film gösterime girdiği dönemde bu konu çok spekülayona yol açmıştı. Hem Albay Stauffenberg'in yakınları O'nu bu rol için istememiş hem de pekçok eleştirmen Cruise'u bu dönem filmine uygun bulmamıştı. Tom Cruise'un varlığı film için bir problem yaratmıyor bize göre. Zaten O'nunla birlikte film Bill Nighy, Kenneth Branagh, Terence Stamp ve Tom Wilkinson gibi iyi bir oyuncu grubuna sahip.  


Bryan Singer dönemin ruhunu ve özellikle Almanya'nın ve muhaliflerin içinde bulunduğu ruhsal paranoyayı yansıtmakta çok başarılı. İkinci Dünya Savaşı metaforunda, görece durağan bir malzemeden bu kadar iyi bir gerilim ve savaş duygusu çıkarmak dikkate değer. Öyle ki film hiçbir anında sırtını aksiyona ya da gösterişli savaş sekanslarına yaslamıyor. Bundan bilerek kaçınıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen bir filmin savaş sekanslarını es geçmesi kimi seyirciler tarafından olumsuz karşılanabilir. Ancak, filmin ana teması savaştan ziyade Hitler'e destek olanlar ve karşı olanlar üzerine odaklandığı için bu tercihi normal karşılamak gerekir. Dönemin ünlü Almanları üzerinden, Wagner örneğinde olduğu gibi, Hitler'e destek olanlar ya da olmayanlar tartışmasını biraz daha genişletebilseydi Bryan Singer, ortaya çok daha iyi bir film çıkabilirdi. Son tahlilde, IMDb puanı 7.1 olan yapım ev sinemasında gözden kaçırılmamalı...


Yönetmen: Bryan Singer
Senaryo: Christopher McQuarrie ve Nathan Alexander
Oyuncular: Tom Cruise, Bill Nighy, Carice van Houten, Bill Nighy, Kenneth Branagh ve Terence Stamp.
Yapım: ABD-Almanya
Tür: Dram-Savaş
Süre: 121 dakika
IMDb Puanı: 7.1

AVATAR: Görsel Zenginlik Ya Gerisi?

Sinemaseverlerin karşısına öyle bir film çıktı ki, 3D formatında seyredildiğinde objektif yaklaşılması mümkün değildi. Hele ki özgün atmosferine ve orijinal gezegen tasvirine kapılırsa seyirci, bayılmaması imkânsızdı. Bir de çevreci hassasiyetiyle kapitalizm eleştirisi devreye girinci Avatar hayranı olmayan kalmadı. Bütün bu göz boyayan unsurlara, teknik yeniliklere ve renk cümbüşüne rağmen Avatar aslında bilindik formüller üzerinden klişe bir senaryo ile yürüyen ve getirdiği yenilikleri senaryo yapısına yediremeyen bir yapımdı. Tabi bu defolar sinema tarihinin en büyük gişe rakamlarından birini elde etmesine engel olmadı.

Yönetmen Cameron'ın teknik maharetine ve görsel yaratıcılığına ilişkin bu film için bir eleştiri getirmek mümkün değil elbette. Yarattığı atmosfer büyüleyici! Hatta baş karakter Jake Sully'nin video günlüklerinin bu tarz büyük bir prodüksiyon içinde konumlandırılışı da oldukça deneysel ve takdire değer. Bütün bunlara rağmen, senaryo bazında artık seyircinin "açgözlü işadamları para için herşeyi yapar" vurgusundan sıkıldığı aşikâr. Ya da şöyle soralım; kapitalizmin sömürü düzeniyse asıl mesele, bunu daha ciddi ve farklı şekilde irdelemek gerekmez mi sinema dili olarak? Kaynaklarımızı hunharca tükettik ya da kapitalizm sendromu gibi mevzulara dalıncaksa eğer, bazı şeyler bu kadar kör gözüne parmağım olmamalı. Misal, filmde Albay karakteri kötülüğü temsilen oldukça karikatürize ele alınıyor. Gözünü para bürümüş patron rolünde Giovanni Ribisi ise varla yok arası, havada kalmış durumda...

Cameron'ın film için yıllarca süren teknik hazırlığı, kendini biraz da senaryo üzerinde göstermiş olsaydı, muhtemelen sinemaseverler de bir başyapıt seyretmiş olacaklardı. Proje 2. ve 3. filmlerle birlikte bir üçlemeye dönüşecek yakın gelecekte. Bakalım yönetmen Cameron ilk filmin görsel zenginliğini devam filmlerinde senaryo zenginliğine taşıyabilecek mi? 2009 yılında oldukça ses getiren bu gişe canavarını henüz seyretmemiş olanlar varsa, hemen ekleyeyim; IMDb puanı 7.9...


Yönetmen: James Cameron
Senaryo: James Cameron
Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver ve  Giovanni Ribisi.
Yapım: ABD-İngiltere / 2009
Tür: Bilim Kurgu-Aksiyon
Süre: 162 dakika
IMDb Puanı: 7.9

30 Ocak 2015 Cuma

Orhan Pamuk - Kafamda Bir Tuhaflık

Orhan Pamuk, ben de dahil pek çok kişiye göre çoktan en iyi romanını yazmıştı ve uzun zamandır idare ediyordu. Yine de bir acaba vardı. En iyi romanını hâlâ yazmamış olabilir mi merakı heyecan yaratmıyor değildi. Kafamda Bir Tuhaflık böyle bir ortamda çıktı. İyi ki de çıktı. Romandan gözüme takılan bazı kısımlar:

 
"Bizim âlemimizde iki türlü aşk vardır. Birincisi, birisini hiç tanımadığın için âşık olursun. Çoğu çift zaten evlenmeden önce biraz tanısalardı asla âşık olmazlardı birbirlerine... Bir de evlendikten sonra, birlikte bir hayat geçirdikleri için âşık olanlar vardır ki, bu da tanımadan evlenmenin bir sonucudur... Aslında en iyi aşk, değil tanımak, hiç görmediğin kişiye duyulan aşktır... Görücü usulü evlilikte zor olan şey, kadının hiç tanımadığı birisiyle evlenmesi değil, hiç tanımadığı birini sevmek zorunda olmasıdır, derler... Ama aslında bir kızın hiç tanımadığı biriyle evlenebilmesi daha kolay olmalı, çünkü tanıdıkça inanın erkekleri sevmek daha da zorlaşıyor!"


"Kalbin niyeti ile dilin niyeti Mevlut'un aklını meşgul etti... 'Kısmet' demişti derneğe gelen yaşlı ve mülk sahibi eski yoğurtçulardan biri... Kalbin niyetiyle dilin niyeti arasındaki köprü kısmet idi elbette: İnsan bir şeye niyet edebilir, başka bir şeyi dile getirebilir, kısmeti bu ikisini birleştirebilirdi. Şimdi çöplere konmaya çalışan şu martı bile önce bir şeye niyet ediyor, gak gak diyerek bunu kendi kendine dillendiriyor, ama kalbinin niyetiyle dilinin niyeti ancak rüzgâr, raslantı, zaman gibi kısmete bağlı şeyler sayesinde gerçekleşiyordu... İnsanın hayatı da zamanın yolunda hızlanarak böyle akıp gidiyordu..."




"Kafamda bir tuhaflık var, ne yapsam bu âlemde yapayalnız hissediyorum kendimi."



“Hayatın vereceği huzur ve güzellik ancak hayatından uzakta başka âlemleri düşlerken ortaya çıkıyordu.”




"Herkesin bildiği gibi evlenebilmek için aşk değil güven daha önemli bir duygudur."




"Hayatı gitgide büyüyen bir telaşla geçiyordu. Oysa Mevlut bu yaşta artık ayağını şöyle biraz uzatabilmek isterdi, ama içinde böyle bir rahatlık yoktu. Şehre ilk geldiğinde kalbinde hissettiği eksiklik ve yetersizlik duygusu artmıştı."


"Herkesin bildiği gibi şeref meselesi gibi laflar aslında insanların birbirlerini gönül rahatlığıyla öldürmeleri için icat edilmiş bahanelerdir."

29 Ocak 2015 Perşembe

Rocky Balboa (2006): Kimse hayat kadar sert vuramaz!

Buna inanmayacaksın, ama bir zamanlar avucuma sığardın... Seni büyürken izlemek muhteşemdi, her gün sanki bir ayrıcalıktı. Sonra kendi ayakların üzerinde durup hayata atılma vaktin geldi. Yaptın da. Ama bu esnada bir şekilde değiştin. Kendin olmaktan vazgeçtin. İnsanlara, seni parmakla gösterip iyi olmadığını söylemelerine izin veriyorsun. İşler zorlaşınca da suçlayacak bir şeyler aramaya başlıyorsun. Koca bir gölge gibi... Zaten bildiğin bir şey söyleyeyim sana: Dünya sandığın gibi güllük gülistanlık değil. Çok acımasız ve pis bir yer. Ne kadar güçlü olursan ol, izin verdiğin sürece seni ayakları altına alıp orada tutacaktır. Sen, ben ya da bir başkası, kimse hayat kadar sert vuramaz. Ama önemli olan ne kadar sert vurduğu değil, aldığın ağır darbelere rağmen yoluna devam edebilmendir. Ancak böyle kazanabilirsin! Neye layık olduğunu biliyorsan, git ve onu elde et. Sen bundan daha iyisin! Ama kendine inanmadığın sürece kendine ait bir hayatın olamaz...


Inception: Bir Başyapıt Yanılsaması

Hatırlar mısınız bilmiyorum, filmin bir yerinde Cobb eşine “Sen kusursuz değilsin!” diyordu. Diğer yandan Jean Baudrillard ise ünlü bir kitabında, "Dünyanın bir yanılsama olması, onun kökten kusurluluğundan kaynaklanır. Eğer her şey kusursuz olsaydı, açıkçası dünya var olmazdı ve kötü bir rastlantıyla kusursuzluk niteliğine yeniden kavuşsaydı, varlığı açıkça son bulurdu. Cinayetin özü budur: Kusursuz olursa iz bırakmaz. Dünyanın varlığı konusundaki inancımızı pekiştiren şey, onun suçlu, kusurlu niteliğidir. O zaman birden bize kendisini ancak bir yanılsama olarak açar."  demekte. Yabancı basında bir sinema yazarı da film için, "İnsanların neden bu kadar heyecanlandığı hakkında gerçekten en ufak bir fikrim yok. Sanki biri uyurken kafalarının içine girmiş ve Başlangıç'ın öncü bir başyapıt olduğu fikrini... Bir saniye! Galiba anladım! Bu film aslında hezeyan halini almış beğeniyle ilgili bir metafor. Bu film aslında kendisinin metaforu!" demekten kendini alamamış. Açıkcası ne Baudrillard kadar felsefi ne de bahsi geçen sinema yazarı kadar acımasız olmam mümkün değil.
Dolayısıyla, filmleri birbiriyle kıyaslamayı doğru bulmasam da, salt sinema adına bir değerlendirme yaptığımda, bana göre Nolan'ın kendi başyapıtı Kara Şövalye’den daha iyi bir film yok ortada. Kara Şövalye'de hissettiğim güçlü sinema duygusunu, özenli sinematografiyi bu filmde göremediğimi söylemeliyim.  Son derece özgün senaryosu, Hans Zimmer'in neredeyse filmin bile önüne geçen güçlü müzikleri ve bir sokakta kafede gerçekleşen slowmotion patlama sahnesi dışında aklımda kalan pek bir şey olmadı. Şimdi pek çoğunuzun söylendiğini, "onca şey saydın, aklında daha ne kalacak?" dediğini duyar gibiyim. Evet, haklısınız ancak unutmayın ki bu kadarı bir filmi ancak iyi yapmaya yeter, başyapıt değil. Örnek mi istiyorsunuz? Filmin karlı tepelerde geçen üst baskını son derece vasat ve sinematografiden yoksun bana kalırsa.
Filme içerik olarak yaklaştığımızda ise, Matrix'te olduğu gibi "yaşadığımız dünyanın bir yanılsama olduğu"  imasını görebiliriz. Ancak Sinema Dergisi'nin Eylül sayısında Kerem Sanatel'in film üzerine yazdıklarında daha farklı bir iddia var: Sanatel'e göre film hikayesine, deyim yerindeyse cart diye giriyor ve hikayenin bir yerinde kahramanına "rüyaların ne zaman başladığını asla anlayamayız" dedirtiyor. Filmin en önemli repliğinin bu olduğunu ve filmin hikayesinin ısrarla mantığı zorlamasının, saçmalamaktan gocunmamasının rüya mantığıyla örtüştüğünü iddia eden Sanatel, filmde uyanıkken geçen tek bir sahne bile olmayabilir düşüncesinde. Çünkü esas entrikanın, Cobb'un vicdan azabını gidermek üzerine kurulmuş bir "fikir ekme" operasyonundan ibaret olabileceği ihtimali mevcut. Zaten filmin finalindeki dönen şeyin düşmemesinin nedeni de devam filmine göndermeden ziyade bu, yani her şeyin bir rüya olduğu iması! Ya da başta belirttiğim gibi Baudrillard’ın kusursuz (yanılsama) dünyası…
Son tahlilde, Sanatel'in ifade ettiği gibi sinema "uyanıkken düş görme" sanatı ise Inception (Başlangıç) sinema tarihine sıkı bir gönderme ve seyirciyi uykusundan uyandırma girişimi olarak yorumlanabilir. Özgünlüğü ve müziklerinin ihtişamı ile seyircisini tatmin edebilir ve Matrix'ten bu yana aklını zorlayan filmlere özlem duyanları memnun edebilir. Ancak ne yazık ki bütün bunlar bir filmi başyapıt yapmaya yetmez.



Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Joseph Gordon-Levitt, Ellen Page, Tom Hardy ve Ken Watanebe.
Yapım: ABD-İngiltere / 2010
Tür: Aksiyon-Bilim Kurgu
Süre: 148 dakika
IMDb Puanı: 8.8

Soysuzlar Çetesi: Diyaloglar Silsilesi

Nazi işgali altındaki Fransa’da Nazileri avlayan, kendilerine Soysuzlar Çetesi ismi takılmış bir grubun ve ailesi Nazilerce katledilmiş olup intikam peşinde koşan Yahudi bir kızın öyküleri parçalı kurgu tekniği ile 153 dakikaya yayılmış. Yönetmen Tarantino yine renkli bir oyuncu ekibi oluşturmuş. Brad Pitt, Christoph Waltz ve Diane Kruger ilk dikkati çeken isimler… Her zaman olduğu gibi yine seyircileri ve eleştirmenleri ikiye bölen bir Tarantino filmi var ortada. Bunun yanında IMDB puanı oldukça yüksek (8.4) ve yönetmenin şu ana kadarki en çok hasılat yapan filmi…
Tarantino filmleri genelde son derece eğlenceli, zeki, provokatif ve sinema sevgisiyle dolu yapımlar olarak tarif edilir. Önceki filmlerinin önemli bir kısmı için bu tanımlamaya katılsam da ne yazık ki bir Tarantino hayranı olarak Soysuzlar Çetesi için aynı fikirde olamayacağım. Filmi orta karar buldum, ilk defa Tarantino diyaloglarından sıkıldım; ilk defa sakız gibi uzayan sahnelerden bunaldım ve ilk defa bir Tarantino filminde pek çok sahneyi anlamsız buldum. Ancak bir eleştirmene göre, “Soysuzlar Çetesi sıradan bir izleyiciden ziyade sinefillerin çok daha rahat empati kurup çok daha yoğun keyif alacakları bir deneyim. Öyküde çok miktarda sinemasal gönderme var ve önceki filmlerinde olduğu gibi diyaloglar yine tadından yenmeyecek cinsten…”
Dolayısıyla, izlemeden önce Soysuzlar Çetesi ile ilgili pek çok yazı okumuş ve şüpheye düşmüştüm. Bu yazılarda, yukarıda bahsi geçen olumlu eleştirilerin yanı sıra, olumsuz eleştiriler genelde iki konuya odaklanıyordu: Birincisi ve en önemlisi, Tarantino'nun bitmek bilmeyen diyaloglarının bir dönem filminde yani İkinci Dünya Savaşı filminde çok eğreti durduğu ve amacına ulaşmadığı yönündeydi. İkincisi ise daha ilginç; Brad Pitt'in varlığının filme zarar verdiği ve canlandırdığı karakterin filmi taşıyamadığı yönündeydi. Başta da belirttiğim gibi bir Trantino hayranı olarak bunu kabul etmek istemezdim, yine de bu eleştirilere katılmak durumundayım. Örneğin; bodrum katındaki bar sahnesi... Sonu olmayan ve bir yere varmayan diyaloglar uzamış, uzamış, uzamış... Karakterlerden birinin eliyle yaptığı üç işaretinin kimliğini açık etmesiyle artık sona gelinmiş; tam o anda kıyametin kopması daha doğru olacakken hala masa altında silahlarla "belaltı" muhabbeti yapmak kabul edilebilir gibi değil. Bu sahne, nedensiz yere sakız gibi uzayan diyaloglara ya da sekanslara örneklerden sadece biri.
Ve Brad Pitt... Filmin başlarında yaptığı aksanlı konuşma çok komik olsa da bu karikatürize kompozisyonu filmin ilerleyen dakikalarında abarttığından, canlandırdığı karakter film içinde tam bir virüse dönüşmüş. Sistemine girdiği bilgisayarı içten içe çökerten bir virüse... Tarantino filmlerinin en önemli özelliği; bir sahnenin, bir muhabbetin ve müzik kullanımının filmden sonra aklınızda yer etmesidir. Soysuzlar Çetesi'nden sonra ise filmin başlarındaki sıçan muhabbetini bir kenara koyarsam aklımda kalan hiçbir şey olmadı. Christoph Waltz'ın insanı kıskandıran performansı da olmasa bu filmi zihnimde nasıl konumlandırırdım bilemiyorum. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; Waltz'ın canlandırdığı karakterin finaldeki U dönüşünün altının boş kaldığını ve bunun bir senaryo zaafı olduğunu düşünüyorum. Belli ki Trantino "En iyi savaş filmleri savaşa yer vermeyen filmlerdir." düsturundan hareket etmiş. Fakat Tarantinovari diyalogların bir savaş filmine gitmeyeceği gerçeğini gözden kaçırmış. Ya da üstadın kalemi formsuzmuş. Bize de kötü değil ama orta karar bir Tarantino filmi seyretmek nasipmiş!

Yönetmen: Quentin Tarantino
Senaryo: Quentin Tarantino
Oyuncular: Brad Pitt, Diane Kruger, Eli Roth, Christoph Waltz ve Michael Fassbender.
Yapım: ABD-Almanya / 2009
Tür: Savaş-Dram
Süre: 153 dakika
IMDb Puanı: 8.3

Black Swan: Büyümek Zor Bir Yolculuk

Hayatın önümüze koyduğu engeller... Aşılması gerekenler... Hiç bitmeyecek gibi gelenler... Sonra bizzat kendi içimizdeki mükemmele ulaşma isteği; bunun yansıması olarak konulan hedefler... O hedeflere ulaşıncaya kadar maruz kalınan baskılar... Anı yaşayamamak... Hayattan kopmalar... Stresin ve baskının yarattığı ruhsal deformasyon... Bütün bunları yaşarken gerçekleşen kendini arama, parçalanıp dağılma ve sonra yeniden bir araya gelme süreci…
Nedendir bilinmez, çocukken gelecekte hep zengin olacağımızı düşünürüz ya da öyle bir şey işte. Hayatın zor olacağı hiç aklımıza gelmez. Aynı saflıkla çok iyi bir insan olacağımızı da düşünürüz. Büyümek bunların doğru olmadığını gösterir bize. Gerçek hayat başladığında, yani hayat bizi ezmeye yeltendiğinde acı gerçeklerle tanışırız. Çocukken taşıdığımız safiyane duyguların gerçekle alakasız olduğunu görürüz mesela, olanca çıplaklığıyla... Ve hayat bizi yoğurdukça içimizdeki karanlık tarafları da keşfetmeye başlarız. Bütün bunlarla yüzleşmek insanı yorar. Büyümek insanı değiştirir.
İşte Black Swan böyle bir film, bunu anlatan bir film. Bu yorgunluğu anlatırken yoran bir film... Çok da başarılı aynı zamanda. Aslına bakarsanız, genç bir kızın çok istediği başrolü alması dışında alıştığımız türde dişe dokunur bir hikayesi yok filmin, hatta hiç yok... Bahsi geçen bu tek oluştan hareketle bir film çekmekte her yönetmenin harcı değil. Lakin yönetmen Aronofsky yapmış, hem de en alasını. Film boyunca genç bir ruhun nasıl parçalandığını izlemek yürek burkan bir deneyimdi. Üstelik filmin korku sinemasına taş çıkaran psikolojik gerilim performansı insanı yay gibi geren bir başarıya sahip. Nasıl The Fighter filmi Christian Bale'in en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü ne denli hakkettiğini gösteriyorsa bu film de Natalie Portman'ın en iyi kadın oyuncu ödülünü sonuna kadar hakkettiğini gösteriyor. Uzun zamandır böyle bir aktrist performansı görmedim. Yönetmense, en azından benim için, seyirciyi filmin içine sokmakta çok başarılıydı. Ne de olsa önümüzde tam bir yönetmen filmi var... Siyah Kuğu’nun yönetmenliği ve oyunculuğu geçen yılın en iyilerinden, tartışmasız. Ammavelakin bu ruhsal dalgalanmaları, baskıyı, dönüşümü ve yönetmenin ustalıklı dokunuşlarını algılamayan seyircinin de hoşlanması mümkün değil. Zor bir film çünkü...

Yönetmen: Darren Aronofsky
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz ve John J. McLaughlin.
Oyuncular: Natalie Portman, Mila Kunis, Vincent Cassel ve Winona Ryder.
Yapım: ABD / 2010
Tür: Dram-Gerilim
Süre: 108 dakika
IMDb Puanı: 8.0



Çavdar Tarlasında Çocuklar

Pek çokları için başucu romanı niteliğindeki bu eserde hikâye ilk ağızdan anlatılıyor. Yazar öyle bir üslup kullanıyor ki, bir süre sonra kendi otobiyografisini yazdığını düşünüyorsunuz. Bunalımın eşiğindeki bir ergenin üç gününü kapsayan kitap, Holden`ın yılbaşından hemen önce okuduğu Pencey Prep`ten kovulmasıyla başlıyor. Daha önce üç okuldan daha kovulduğu için bu sefer ailesiyle yüzleşmemek için eve gitmek istemiyor. Dolayısıyla Holden oradan oraya savrulurken iç dünyasının dağınıklığına da tanık oluyor okuyucu.
Holden, sürekli olarak etrafındaki insanların "samimiyetsiz/yapmacık" olduğunu vurguluyor ve sonunda bir otele çekiliyor. Tanıdığı bütün insanlardan kaçıp vardığı yerde sağır taklidi yaparak bambaşka bir hayat sürüyor. Roman, özellikle ilk gençlik yıllarının herkes tarafından bilinen sendromlarını anlatmakta çok başarılı ve buradan yola çıkarak genç bir insanın ruhundaki dehlizlere başarıyla ışık tutuyor. Genç Holden'ın ağzı bozuk monolog ve diyalogları o kadar başarılı ki okuyucu Holden'a eşlik etmekten kendini alamıyor. Romanı okurken kendinden bir şey bulmayacak ya da sancılı ilk gençlik yıllarına kimi zaman tebessüm kimi zaman da hüzünle dönüş yapmayacak okuyucu sayısı çok az olacaktır.
Şimdilerde müziği bıraktığını açıklayarak dinleyicilerini şaşırtan Teoman romanın en büyük hayranlarından. Eserin ilk baskısının Gönülçelen ismiyle çıktını bilenler hemen Teoman'ın Gönülçelen albümünü hatırlayacaklardır. Ayrıca Mel Gibson'ın Komplo Teorisi filminde, paranoyak başkarakterin kitabın yüzlerce farklı baskısından oluşan bir kütüphanesi vardır. Ve kitabı nerede görse almaya devam etmektedir. O kitap "Çavdar Tarlasında Çocuklar"dır. Kitabın isminin nereden geldiğini merak edenlere, bunu kitaptan bir alıntı ile açıklamak yerinde olur: "…Her neyse, hep büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta – yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan birisi olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey…"