28 Mart 2015 Cumartesi

Eğer Tanrı Olmasaydı O'nu İcat Etmek Gerekirdi!

Şaka ediyormuşum!... Bak yavrum, on sekizinci yüzyılda bir günahkar vardı. Şöyle bir laf ortaya attı: "Eğer Tanrı olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi!" dedi ve garip olanı, insanda hayranlık uyandıran, Tanrı'nın gerçekten varolması değildir. Asıl hayranlık uyandıran şey, insan gibi acımak bilmeyen vahşi bir hayvanın içinde "Tanrı'nın varolması zorunlu bir şeydir!" diye bir düşüncenin uyanmasıdır.

Tanrı düşüncesi o derece kutsal, o derece insanı duygulandıran, o derece derin ve insana onur kazandıran bir düşüncedir, işte! Bana gelince, ben çoktandır: "İnsan mı Tanrı'yı yarattı, yoksa Tanrı mı insanı yarattı?" diye düşünmekten vazgeçtim!..


 "Şimdi ikimizin amacı ne? Benim amacım ne kadar mümkünse o kadar çabuk, sana özümü, yani nasıl bir insan olduğumu, neye inandığımı, neye güvendiğimi anlatmaktır. Öyle değil mi, söyle? Onun için sana şunu bildiriyorum ki, Tanrı'nın varlığını düpedüz ve yapmacıksız kabul ediyorum. Yalnız şunu belirtmem gerekir: Eğer Tanrı gerçekten var ise ve dünyayı yaratmışsa, o halde hepimizin bildiği gibi onu Öklid geometrisine göre insan aklını da ancak üç boyutlu kavrayabilecek şekilde yaratmıştır...
  
"Ben şöyle bir yargıya vardım, yavrum: Madem benim böyle bir düşünceyi bile kavramaya gücüm yok, o halde Tanrı'yı nasıl kavrayabilirim? Boynumu eğerek şunu açıklıyorum ki, böyle sorunları çözmek için gereken yeteneklerden hiçbirine sahip değilim. Benim aklım Öklid prensiplerine göre işleyen, yani yalnız bu dünyayı kavrayabilecek bir akıldır. Böyle olunca, nasıl olur da bu dünya ile ilgisi olmayan bir konuda karar verebilirim? Sana da öğüdüm bunu hiçbir zaman düşünmemektir, dostum Alyoşa! Hele Tanrı'yı "Tanrı var mı? Yok mu?" sorusunu hiçbir zaman aklına getirme! Bütün bu sorular üç boyutlu düşünceye sahip bir aklın hiçbir zaman kavrayamayacağı şeylerdir.

"Bu bakımdan Tanrı'nın varlığını kabul ediyorum. Hem de bunu seve seve kabul etmekten başka, "O"nun hikmetine, "O"nun bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir amacı güttüğüne, hayatın belirli bir düzen içinde olduğuna, bir anlam taşıdığına, günün birinde de güya hepimizin birleşeceği kusursuz düzene, bütün evrenin yöneldiği "Kelam"a ve benzerleri olan her şeye, her şeye, hatta sonsuzluğa bile inanıyorum!.. 

"Yine de bütün bunların sonucunu düşündüğüm zaman, Tanrı'ya bağlı olan bu dünyayı kabul edemiyorum. Hem de varlığını bildiğim halde, yani böyle bir dünyanın nasıl varolabileceğine bir türlü inanamıyorum. Kabul edemediğim şey, Tanrı'nın kendisi değil, bunu anla! Ben yalnız "O"nun yarattığı dünyayı kabul edemiyorum, onu bir türlü benimsemeye razı olamıyorum! Ne demek istediğimi açıklayayım: Mini mini bir çocuk gibi içtenlikle ve kesin olarak inanıyorum ki, tüm acılar günün birinde dinecek, insanlığın içinde yaşadıkları tüm zıtlıkların gururu yaralayan gülünçlüğü basit bir serap gibi siliniverecek ve tüm ayrılıklar bu atom kadar küçük, güçsüz ve Öklid prensiplerine göre yaratılmış aklımızın çirkin bir uydurması olarak yok olacak. İnanıyorum ki en sonunda, dünya sona erdiği, herşeyin o kusursuz düzene karışmış bir bütün olacağı anda, öylesine değerli bir şey olacak ki, meydana gelen bu değerli şey tüm yürekleri dolduracak, tüm nefretlerin söndürülmesine, insanların yaptıkları tüm kötülüklerin, döktükleri kanların bağışlanmasına yetecektir. O zaman insanların yaptıkları her şey bağışlanacak, hoş görülecek ve başlarından geçen her şeyi hoş karşılamak mümkün olacaktır. 


Varsın öyle olsun!.. Varsın bu söylediklerimin hepsi gerçekten meydana gelsin ve o dediğim değerli varlık karşımıza çıksın. Öyle de olsa ben gene de bunu kabul etmiyorum, etmek de istemiyorum!

"Diyelim ki paralel çizgiler bir noktada birleştiler, diyelim ki bunu ben de kendi gözlerimle gördüm; öyleyken, bunu kendi gözümle gördüğüm halde, sadece "birleştiklerini gördüm" derim, ama gene de, gerçekten öyle olduğunu kabul edemem. İşte, benim anlatmak istediğim bu, Alyoşa!.. Benim tezim budur! Artık bunu sana ciddi söylüyorum.

Seninle yaptığımız bu konuşmaya mümkün olduğu kadar saçma başladım, ama sonunda işte bu açıklamaya dek götürdüm. Çünkü biliyorum ki, senin için gerekli olan budur. Senin bilmek istediğin Tanrı'nın varolup olmadığı değildir. Senin için yalnız sevgili ağabeyinin hangi duygular içinde oyaladığını öğrenmek gerekliydi. Ben de bunu söyledim işte...

Fyodor Dostoyevski - Karamazov Kardeşler

25 Mart 2015 Çarşamba

Anlatmaktan Vazgeçmeyişim Biraz da Bundan...

"Hep geri istediğimiz zamanlarımız... Kaçırılan zamanların tortusu, insanın, keşkeleri ve pişmanlıklarıyla, kendini yeniden inşa edebileceğine, içinde bir daha yaratabileceğine inanmasını sağlıyor ne de olsa. Ben hiçbir yaptığından pişmanlık duymadığını söyleyenlerden değilim. Dahası, pişmanlık duymadığını söylemeye gereksinim duymanın bile pişmanlığı dile getirmenin bir başka biçimi olduğuna inananlardanım. Gerçekten pişmanlık duymayan, pişmanlık duymadığını söylemeyi aklına bile getirmez çünkü. Bir başka kendinden kaçma çabasıdır, yaşadıklarıyla yüzleşme korkusudur bu bana sorarsanız. Ben bu kaçışı tercih edenlerin tam aksine, size, hayatımın pişmanlıklarla dolu olduğunu bile söyleyebilirim. Bunda utanılacak, gizlenecek ne var ki... Sonuçta pişmanlıklar da sizi size öğretiyor, anlatıyor, bulduruyor. Bu zorunluluk bir yana, kimi acıların paylaşıldıkça, paylaşılabildikçe, daha kolay taşınabildiklerini de biliyorum artık. Anlatmaktan vazgeçmeyişim biraz da bundan..."

Mario Levi - Lunapark Kapandı

14 Mart 2015 Cumartesi

Love and Other Drugs: Enfes Bir Diyalog

İlaç mümessili Jamie ve Maggie bir hastanede tanışıyorlar. Oğlan hınzır ve atak; kız ise teklifsiz ve cesur. O gün bir yerde buluşuyorlar ve aralarında enfes bir diyalog gelişiyor:

Maggie: Senin olayın ne?
Jamie: Olayım mı?
Maggie: Ha özür dilerim. Doğru! Şu an nereli olduğumuzdan, hangi okulu bitirdiğimizden filan bahsedeceğimiz aşamadayız.
Jamie: Gözlerin çok güzel!
Maggie: Bu mu? En etkili hamlen bu mu?
Jamie: Ciddiyim. Çok güzel!
Maggie: Hadi gidelim.
Jamie: Anlamadım?
Maggie: Yakınlaşmak istemiyor musun? Yatmak?
Jamie: Şimdi mi?
Maggie: Doğru, doğru... Bu yaptığımız doğru mu diye önce tereddüt etmem gerekir. Sonra sen bana "yanlış ya da doğru diye bir şey yok, yalnızca anı yaşamak var" dersin. Sonra ben bir yandan sana aslında çok istediğime dair işaretler verirken, diğer yandan da istemediğimi söylerim. Ki zaten dinlemeyeceğin için ne dediğimin bir önemi de yoktur. Çünkü senin için bu bağ kurmakla ilgili birşey değil. Hatta seksle ilgili bile değil. Kendin olmanın verdiği acıdan birkaç saatliğine uzaklaşmakla ilgili. Halbuki benim için hiç sorun değil çünkü zaten benim istediğim de bu!


Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Romana çok sıkıntılı başladım aslında. Hem çok yoğun bir dönemdeydim hem kafam çok doluydu hem de ilk 53 sayfasında bir türlü romana giremedim. Bir sürü karaktere sıçrayıp daldan dala atlıyordu bu ilk kısımda. Öyle ki, 53 sayfayı 2 haftada okudum Sonra 53. sayfada Tanpınar şu satırlarla romanın yönünü bir anda değiştirdi: 

"Niçin, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün hikâyesini bu uzak hatıralarla ağırlaştırdım? Neden bu mazi gölgeleri yüzünden yolum birdenbire değişti? Bunlar öyle gülünç şeylerdi ki, ne hakikatini, ne de gülünç tarafını bugünün insanı anlayamaz..." 

Bu noktadan sonra işler benim için de değişti... Şimdi bambaşka duygularla okuyorum Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü... Henüz bitmedi. Şimdilik tadımlık iki alıntı sunuyorum...

"Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"

"İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz. Bütün telakkileri, hususi bağlanışları hep bu aklın varlığını yalanlar..."


9 Mart 2015 Pazartesi

Masumiyeti Görün

Çoğu insan için hayatın en hüsran verici yanlarından biri, diğer insanların davranışlarını anlayamamaktır. Onları "masum" yerine "suçlu" görme eğilimimiz vardır. Başkalarının sadece bize sinir bozucu gelen davranışlarına, yorumlarına, cimriliklerine ve bencilliklerine odaklanmaya pek hevesliyizdir; o zaman da çok bozuluruz. Eğer davranışlara fazla odaklanırsak, insanlar bizi mutsuz ediyormuş gibi görünebilir.

Wayne Dyer bir konferansında şöyle bir esprili tavsiyede bulunmuştu: "Sizi rahatsız eden tüm insanları toplayıp bana getirin. Ben onları tedavi ederim, siz de rahat edersiniz." Elbette, olacak şey değildi bu. İnsanların tuhaf şeyler yaptıkları doğrudur (kim yapmaz ki?), ama buna bozulan biz olduğumuza göre, değişmesi gereken de biziz. Ben burada şiddeti, veya bunun gibi çarpık davranışları kabullenip, hoş görmekten bahsetmiyorum. Önerim sadece insanların davranışları karşısında daha az rahatsız olmayı öğrenmenizdir.

Masumiyeti görebilmek bir dönüşüm yapabilmenin en önemli gerecidir. Bu dönüşüm sonucu, birisi beğenmediğimiz biçimde davranmışsa, kendimizi davranışın biçiminden uzaklaştırıp, ardında yatana bakabilir ve o kişinin art niyetsizliğini görebiliriz. Düşünce tarzımızdaki bu küçük değişiklik çoğu zaman bizi hemen halden anlayan bir konuma getiriverir.

Ara sıra bana acele etmem için baskı yapan insanlarla çalışırım. Çoğu kez beni hızlandırmak için kullandıkları ifadeler kabadır. Eğer onların sözcüklerine ve ses tonlarına kapılacak olsam rahatsızlık duyarım; hatta, öfkeli karşılıklar verebilirim. Onları "suçlu" olarak görürüm. Oysa, benim acelem olduğu zamanlarda hissettiğim telaşlılığı hatırlayabilirsem, onların davranışlarındaki masumiyeti görebilirim. En sinir bozucu davranışın ardında bile, anlayış görmek için çırpman mutsuz bir insan vardır.

Bundan böyle ne zaman birisi size tuhaf gelen bir davranışta bulunursa, onun davranışının ardındaki masumiyeti görmeye çalışın. Eğer halden anlamaya hazırlıklıysanız, bunu görmek zor olmayacaktır. Art niyet olmayışını, gördükten sonra da, o davranış sizi artık rahatsız etmeyecektir. Başkalarının davranışına sinirlenmediğiniz zaman da hayatın güzelliklerine odaklanmak çok daha kolay olur.

Kaynak : Ufak Şeyleri Dert Etmeyin - Richard Carlson


8 Mart 2015 Pazar

Tanışamayanlar

Bana öyle geliyor ki, iki insan birbiriyle, birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği anda, işte tam da o anda, kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış, bu ihtimalin önüne geçmiş olur. Mutlu olmak için evlenmek, tıpkı iki milyon için, bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kâr amaçlıdır ve o iki milyon , araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. Bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa, o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır.

Bir insanı tanımak inanılmaz zor bir iştir. Bir insanı ilk olarak başbaşa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez, ancak on yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem, sanırım abartmış olmam. Ayrıca şuna inanıyorum ki, iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. Birisi ötekinin bütün davranışlarını, bütün fikirlerini, tutkularını, kanaatlerini, inançlarını bilse bile, çorapları, uykuda çapaklanmış gözleri, her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur - çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. Kısacası her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: Hepsini daha baştan üstlenmek!  

İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni, yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.

Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir cümleyi söylemektir; "Seni hiç terk etmeyeceğim!" Bu söz, "ölüme kadar seni seveceğim" veya "ebediyen sana sadık kalacağım"dan farklı değildir... Kısacası, kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen vaatleri kabul etmemiz kolayımıza gelmektedir. Neden insanlar, hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar "ilgisiz ve uzak" kalmayacakları vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan "ufak-tefek şeyler"in vaadinde bulunmazlar?

Her insan, kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. Bir insan ne kadar kendine has olursa, bütünselliğe o kadar yakındır. İmkânları, yetenekleri ne kadar azsa, bu imkân ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. Ve eğer tek bir yeteneği varsa, en değerlisi de budur. Bir yerlerde, bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. Hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. Mutlulukmuş! Sanki mutluluk imkânı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! Sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme, yazma ya da politika yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi!

İki yaşam şekli mevcuttur. Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmede ki imkânlarla imkânsızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki, bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de kaybederler, fakirleşirler... Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü olacaktır.

Milena Jesenka - Yuvadaki Şeytan


Makalenin tamamı için:  http://www.kafkaokur.com/2013/07/yuvadaki-seytan-milena-jesenska.html

7 Mart 2015 Cumartesi

Kendine Ait Bir Oda

"Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi."  

Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi'ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşması üzerine şekillenmiştir. İngiltere'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanan kitap o tarihten günümüze feminizm tartışmalarının locus classicus'u olageldi. Jane Austen ve Charlotte Brontë'den, kadınların niçin bir Savaş ve Barış yazamadıklarına; Shakespeare'in hayali kız kardeşinden bugün de tartışılmaya devam eden kadının yoksulluğu ve namusu başlıklarına, hatta yaratıcılığın doğasına kadar uzanan geniş bir yelpazede kalemini özgürce oynatan Woolf, kadınlara edebiyat alanında bir çıkış yolu gösteriyor.  

"Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır." diyen Virginia Woolf'un sesi, aradan geçen sekseni aşkın yıla rağmen gücünü ve etkinliğini koruyor.


6 Mart 2015 Cuma

Erkek Olmak

Tanrı eşeği yarattı ve ona dedi ki: "Sen bir eşeksin. Sabahtan akşama kadar yorulmadan, yakınmadan çalışacaksın ve ağır yükleri sırtında taşıyacaksın. Ot yiyeceksin, az akıllı olacaksın ve 50 yıl yaşayacaksın". Eşek cevap verdi: "50 sene böyle bir hayat için çok çok fazla, lütfen bana 30 yıldan fazla verme!" Ve böyle oldu...

Sonra Tanrı köpeği yarattı ve ona dedi ki: "Sen bir köpeksin. İnsanların mallarını koruyacaksın, onların en yakın dostu olacaksın. Geriye kalan artıkları yiyeceksin ve 25 yıl yaşayacaksın." Köpek cevap verdi: "Tanrım, 25 yıl böyle yaşamak çok fazla. Bana 10 yıl ver yeter." Ve böyle oldu...

Daha sonra Tanrı Maymunu yarattı ve dedi ki: "Sen bir maymunsun. Ağaçtan ağaca salınacak ve bir aptal gibi davranacaksın. İnsanları eğlendireceksin ve 20 yıl yaşayacaksın". Maymun cevap verdi: "20 sene dünyanın palyaçosu olarak yaşamak çok fazla. Bana 10 seneden fazla verme." Ve böyle oldu... 

En sonunda Tanrı erkeği yarattı ve ona dedi ki: "Sen bir erkeksin. Dünyada yaşayacak tek rasyonel düşünen canlı olacaksın. Diğer yaratılmışlara zekanı kullanarak hükmedeceksin. Dünyayı yöneteceksin ve 20 yıl yaşayacaksın." Erkek cevap verdi: "Tanrım, erkek olmak için 20 yıl yetmez. Lütfen bana eşekten artan 20 yılı, köpekten artan 15 yılı ve maymunun 10 yılını ver."

Tanrı bunu kabul etti ve erkek 20 yıl erkek olarak yaşadı sonra evlendi ve 30 sene eşek olarak sabahtan akşama kadar çalıştı ve ağır yükler taşıdı. Sonra çocukları oldu ve 15 yıl köpek gibi yaşadı, evi korudu, aileden artanları yedi. Sonra ilerleyen yaşında 10 yıl maymun olarak yaşadı. Aptal gibi davrandı ve torunlarını eğlendirdi.


Bir Kütüphanem Olsun

"...Ve daha kötüsü, kitapçılar çöküyor ve bütün hayatımın en önemli şeyidir o, kitapçıya gidersin, bir saat kalırsın, yeni kitapları görürsün, onları karıştırırsın, kapağına bakarsın, şunu alsam, kendime bilmem ne rafı yapayım dersin, hiç düşünmediğin şeyler yaparsın. Kitapçı bir defa kitapları tanıma yeridir, o mekân, o ne bileyim, agora, o kitap pazarı yok oluyor. Daha önemlisi, bir kütüphane yapma fikri yok oluyor. Ben hayatımın belki de yirmide bir vaktini kütüphane yapmakla, o kitaplarla sıcak evlerde kütüphaneler inşa etmekle, onlar için paralar kazanmakla geçirdim. Ve ne bileyim, entelektüel demek, aydın demek kağıtlı bir şeyle, kütüphanesiyle tanınmak demek..."

Orhan Pamuk