23 Nisan 2015 Perşembe

Whiplash: Kusursuzluğun Peşinde

1985 doğumlu genç yönetmen Damien Chazelle, hem yazıp hem yönettiği son filmi ile bu kadar ses getirmeyi muhtemelen kendisi de beklemiyordu. Keza filmin kadrosu da, genelde yardımcı rollerde görmeye alıştığımız J.K. Simmons dışında pek bilinmiyor. Buna rağmen, 2015 Oscar Ödülleri'nde aldığı 5 adaylık ve evine götürdüğü üç Oscar heykeli ile boyundan büyük işler başardı. Sadece bu değil, Whiplash oldukça sağlam bir film: Kan, ter ve gözyaşı olmadan başarı olmaz temasıyla harmanlanan başarısızlık korkusunu hissettirmekteki başarısı ve kulakların pasını silen müzik ziyafeti ile lezzetli mi lezzetli bir yapım. J.K. Simmons'ın psikopat müzik öğretmeni rolündeki başarısı ise filmin kreması adeta. Ki kendisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında bu yıl Oscar'ın sahibi oldu. Sonuna kadar hakketmiş. İzleyince siz de göreceksiniz. 


Manhattan’daki Shaffer Müzik Konservatuarı’nda eğitim alan Neyman, gelmiş geçmiş en iyi davulculardan birisi olmak için canla başla çalışmaktadır. Alelade bir orkestrada yedek davulcu iken bir gün talihi döner ve okulda herkesin saygı duyduğu, aynı zamanda da önünde korkuyla titrediği müzik öğretmeni tarafından ekibine seçilir. Terrence Fletcher, öğrencilerini hem duygusal hem de fiziksel olarak zorlamasıyla bilinen bir öğretmendir. Bu müzik aşkıyla bezenmiş rekabet dolu ilişki bütün filme hükmeder. 


Kafayı Caz ile, doğru tonla, zor ve hızlı ritimlerle bozan Terrence Fletcher rolünde J.K. Simmons adeta oyunculuk dersi veriyor ve seyirciyi her dakika diken üstünde tutmayı başarıyor. Filmin en büyük başarısı, insanı gerim gerim geren, mükemmeliyetçi müzik öğretmeni ekseninde, başarısızlık ve dibe vurma korkusunu mükemmel bir şekilde sunması ve hissettirmesi. Başrol oyuncusu Miles Teller’a da dikkat: 15 yaşından beri davul çaldığı için filmdeki performanslar da çoğunlukla kendisine ait. Haftada 3 gün, günde 4 saatlik dersler alarak film için kendini iyice geliştiren Teller, çok az sayıdaki sahnede dublör kullanmış. Üstelik yönetmen Damien Chazelle’in bazı sahnelerde bilerek “kes” demediği de söyleniyor. Yani Teller’ın davul çalarken ekrana yansıyan ciddi şekilde zorlandığı yüz ifadeleri de yüzde yüz gerçek. Filmde ellerinin kanadığı sahnelerden bazıları da gerçekten yaşanmış. 

İşin ilginç yanı, genç yönetmen filmi yazdığında uzun metraj için para bulamamış ve bu nedenle 2013 yılında önce kısa film olarak çekerek Sundance Film Festivali'ne katılmış. Orada kazandığı ödül sayesinde bulduğu sponsor ile filmi bu yıl çekebilmiş, hem de 19 günde. Özellikle Caz müzik sevenlerin, sırf bu yönden bile kendini kaptırabileceği yapım, canlı müzik kayıtları ve finalindeki 9 dakikalık Caravan solosuyla bile müthiş. Yazıyı müzik öğretmeni Terrence Fletcher'ın ağzından güzel bir replik ile bitirelim:


"Açıkçası insanların Shaffer’da yaptığım şeyi anladıklarını sanmıyorum. Ben orada orkestra yönetmiyordum. Moronun teki de kollarını sallayıp millete tempo verebilir. Ben orada insanları, onlardan beklenenin ötesine zorlamak için bulunuyordum. Bunun mutlak bir gereksinim olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde dünyayı bir sonraki Louie Armstrong’dan, Charlie Parker’dan mahrum ederiz." 

Yönetmen: Damien Chazelle
Senaryo: Damien Chazelle
Oyuncular: Miles Teller, J.K. Simmons, Melissa Benoist.
Yapım: ABD
Tür: Dram-Müzik
Ödüller: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu ve En İyi Ses Miksajı; En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre aldığı bazı ödüller...
Süre: 107 dakika
IMDb Puanı: 8.6

19 Nisan 2015 Pazar

Bırakın Gitsin

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu.

- "Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"
- 50gm... 100gm.... 125gm... diye öğrenciler yanıtladı.
- "Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem" dedi profesör, "Ama, benim sorum şu ki, bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"
- "Hiçbir şey" diye yanıtladı öğrenciler.
- "Tamam, peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.
- "Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı.
- "Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"
- "Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs. gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!"

Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler.

- "Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?" diye sordu profesör.
- "Hayır" diye yanıtladı herkes.
- Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?

Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

- "Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?" diye tekrar sordu profesör.
- "Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.
- "Kesinlikle!" dedi profesör.

"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başın ağrımaya başlar. Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur. Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir, fakat daha önemlisi onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, her gün taze bir beyin ile uyanır, her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz! Bardağı yere bırakın bugün!"



18 Nisan 2015 Cumartesi

Anlatmak İçin Yaşamak

Yakalandığı lenf bezi kanseri nedeniyle sağlık durumu kötüleşen ve inzivaya çekilen Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, yakın dostlarına bir veda mektubu göndermişti. Yazarın mektubu, degişik dillere çevrildi ve internet üzerinden yayına verildi. Geçen yıl ölen usta yazar Marquez'in duygu yüklü veda mektubu:


 Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni  ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde... Artık ölebilir miyim?

Gabriel Garcia Marquez

Louis Aragon: Korkuyorum Senden

Sana büyük bir sır söyleyeceğim zaman sensin
Zaman kadındır ister ki
Hep okşansın diz çökülsün hep 

Dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına
Bir taranmış
Bir upuzun saç gibi zaman
Soluğun buğulandırıp sildiği ayna gibi
Zaman sensin uyuyan sen şafakta ben uykusuz seni beklerken
Sensin gırtlağıma dalan bir bıçak gibi


Ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
Bu mavi çanaklarda kan gibi durdurulmuş zamanın işkencesi
Buysa daha beterdir giderilmemiş istekten bitmez tükenmezcesine

 

Göz susuzluğundan sen yürürken odada
Ve bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini
Daha beter seni kaçak
Seni yabancı bilmekten
Aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan
Tanrım ne ağırdır sözcükler asıl demek istediğim bu
Hazzın ötesinde sevgim dokunurluğun erimi dışında bugün sevgim

 

Sen ki benim saat-şakağımda vurursun
Boğulurum solup alıp vermesen
Tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın

 
Sana büyük bir sır söyleyeceğim her söz
Dudağımda bir dilenen zavallı
Acınacak bir şey ellerin için kararan bir şey bakışının altında


İşte bunun için diyorum ikide bir seni seviyorum diye
Boynuna takabileceğin bir tümcenin o parlakça kalp kristali
Kaba konuşmamdan gücenme benim bu konuşma
Ateşte şu tatsız gürültüyü çıkaran sudur o kadar

 

Sana büyük bir sır söyleyeceğim bilmem ben
Sana benzeyen zamandan söz açmayı
Bilmem senden söz açmayı bilir görünürüm
Tıpkı uzun bir süre garda
El sallayanlar gibi gittikten sonra trenler
Ve bilek söner yeni ağırlığından gözyaşlarının

 

Sana büyük bir sır söyleyeceğim korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
El kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden

Sana büyük bir sır söyleyeceğim kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim... 


LOUIS ARAGON
Çeviri: Sait Maden 


2 Nisan 2015 Perşembe

Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı

“…Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz bir anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakında olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Bunun böyle olmaması lazımdı…”

“…Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir? Ah Maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?...”

 
“...İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir...”
  

"...Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu..."

''...Bitmiyor, sadece bazen belki güneşli bir günde veya kalabalık bir gecede geçtiğini sanıyorsun ama geçmiyor esasında. Alışıyorsun zamanla. Asla bitmiyor...'' 


  "...İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar..."
 
"...Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür  kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak... Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak..."



"...Ne olur? Anlaşamayacağımızı anlarsak veda eder ayrılırız... Bu o kadar mühim bir felaket mi? Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst taraflarını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat sanmaktan vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sükûtu, ne inkisar kalır... Bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi o kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur..."



"...Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız?... Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir âciz bulunacak?..."

“...Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim...”

"...Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, "Bu öyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır..." 
 

“…Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor? Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit beşer tecessürü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar...”