Tenis

David Foster Wallace - Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer 
(The New York Times/2006)

Tenisi seven ve erkekler turunu televizyondan takip eden herkes, son birkaç yıldır Federer Anları olarak tanımlayabileceğimiz bazı şeyler yaşıyor. İsviçreli genç oyuncuyu izlediğiniz bu anlarda şaşkınlıktan ağzınız açık kalıyor, gözleriniz fal taşına dönüyor ve evdekilerin "bu adam iyi mi acaba" diye sizi kontrol etmesine yol açan sesler çıkarıyorsunuz.


Bu Anlar'da gördüklerinizi yapmanın ne kadar imkânsız olduğunu anlayacak kadar tenis oynadıysanız, daha da şiddetli oluyorlar. Herkeste bazı örnekler vardır. Ben bunlardan birini 2005 Amerika Açık finalinde yaşadım. Federer, Andre Agassi'ye karşı dördüncü setin başında servis atıyor. Geri çizgiye uzayan karşılıklı vuruşlarla, günümüzün kendine özgü kelebek misali uçuşan toplarıyla dolu, orta uzunlukta, zorlu bir baseline rallisi izliyoruz. Federer ve Agassi, birbirlerini kortun bir o tarafına bir bu tarafına koşturuyor. İkisi de geri çizgiden bir winner’la puanı kazanmaya çalışıyor. Agassi aniden çıkardığı güçlü bir backhand'le topu Federer'in avantaj tarafına (soluna) doğru gönderiyor. Federer yetişiyor ama yapabildiği tek şey, kısa kalan bir backhand slice’la cevap vermek oluyor. Top servis çizgisinin ancak yarım metre ilerisine düşüyor. Bu tam da Agassi'nin beklediği an. Federer ters tarafa doğru koşmak için kortun merkezine yöneliyor, Agassi kortun içine girip kısa kalan topu yükselirken yakalamak için hamle yapıyor ve yine avantaj tarafına, rakibinin soluna doğru güçlü bir vuruş gönderiyor: Amacı, Federer'i ters ayakta yakalamak ve bunu başarıyor. Federer hâlâ köşeye yakın ama o orta çizgiye doğru koşarken, top şu an arkasında kalan bir noktaya gidiyor. Oysa demin oradaydı ve şimdi vücudunu çevirmek için hiç vakti yok. Agassi, vuruşundan sonra backhand tarafından fileye yaklaşıyor. Federer, rakibinin backhand tarafına vuruş yapmak için duruşunu aniden ters yöne çevirip geriye doğru inanılmaz bir hızda üç ya da dört adım atıyor. Bütün ağırlığı geriye hareket ederken filedeki Agassi'yi geçmek için forehand topspin vuruyor. Top, kendisine doğru uzanan Agassi'yi geçiyor; havada süzüldükten sonra berabere tarafının tam köşesine iniş yapıyor. Bu bir winner. Top yere düşerken, Federer hâlâ geriye doğru dans ediyor. New York seyircisi coşkuyla kendinden geçmeden önce, kısa süreli bir şoka giriyor. John McEnroe kafasında renkli, kocaman TV kulaklıklarıyla puanı (neredeyse sadece kendisinin duyabildiği bir sesle) yorumluyor: "O pozisyondan nasıl bir winner vurulabilir ki?" McEnroe çok haklı: Agassi'nin korttaki konumu ve üst düzey çabukluğu düşünüldüğünde, Federer'in onu filede geçmek için topu havadaki 5 santimlik bir boru hizasında vurması gerekiyordu. Gerekeni yaptı.  Hem de bu sırada pozisyon almaya vakti kalmamışken geriye doğru atımlar atıyordu ve vücudunun tüm ağırlığı topun önündeydi. Bu vuruş imkânsızdı. Tenisten çok The Matrix'ten bir sahne izlemiştik adeta. Nasıl sesler çıkardım bilmiyorum ama eşim odaya koşarak girdiğinde kanepeyi popcorn'la kaplanmış, beni de bir dizimin üstünde dururken bulduğunu söyledi. Gözlerim de şaka dükkânlarından alınan şu kocaman gözyuvarlarına benziyormuş.


Her neyse. Bu, Federer Anları'na örnek puanlardan sadece biriydi ve televizyondan zorlukla görülebiliyordu. Gerçek şu ki, televizyondan izlenen tenisle kortta izlenen tenis arasındaki fark, porno videoları seyretmekle sevişirken yaşanan o gerçek ve yoğun tutku arasındaki farka benziyor.
Roger Federer hakkında gazetecilik açısından size söyleyebileceğim önemli bir şey kalmadı. Şu an 25 yaşında ve aktif oyuncular arasındaki en iyi tenisçi. Belki de gelmiş geçmiş en iyisi. Hakkında yazılmış gırla profil ve biyografi bulabiliriz. "60 Minutes" geçen yıl onun hakkında bir film yaptı. Roger Federer hakkında bilmek isteyebileceğiniz her şeyi (geçmişini, memleketi Basel’i, ailesinin yeteneğine verdiği aklı başında ve karşılıksız desteği, junior seviyesindeki tenis kariyerini, o dönemki kırılgan ve asabi mizacını, çok sevdiği hocasını, 2002'de o hocasının kaza sonucu ölümünün onu önce paramparça edip sonra olgunlaştırmasını ve bugünkü seviyeye gelmesindeki katkısını, 39 tekler, sekiz Grand Slam şampiyonluğunu, onunla beraber seyahat eden sevgilisine (erkek oyuncular arasında çok nadir görülen bir durum) duyduğu sıra dışı biçimde sağlam ve olgun bağlılığı, sevgilisinin seyahatler sırasında işleriyle ilgilenen kişi olmasını (erkek tenisçiler arasında duyulmamış bir durum), metanetini ve mental dayanıklılığını, sportmenliğini,  genel anlamda kendini belli eden nezaketini ve düşünceliliğini, hayırseverliğini) Google'da tek bir arama yaparak öğrenebilirsiniz. Durmayın, yapın.


Şu an okuduğunuz yazı, bunlardan çok, bir seyircinin Federer deneyimi ve o deneyimin bağlamı hakkında. Bu yazı, eğer genç tenisçinin oyununu kendi gözlerinizle izlemediyseniz, bizzat yerinde, Wimbledon'ın kutsal çimlerinde, gerçek anlamda yakıcı sıcağın, rüzgârın ve yağmurun altında, 2006 yılından iki hafta ayırıp izlemeniz gerektiğini iddia ediyor. Bunu yaptığınızda, turnuvanın basın otobüsü şoförlerinden birinin özetlediği gibi, "neredeyse kutsal bir deneyim" yaşamış olacaksınız. Bu ifade, başta kulağınıza Federer Anları'ndaki o hissi anlatmak için uydurulmuş birçok abartılı mecazdan biri gibi gelebilir. Ancak şoförün söylediğinin gerçek olduğunu görebiliyorsunuz. Tabii, bu gerçeğe  gözlerinizle şahit olmak için Federer'i izlemeye ciddi anlamda zaman ayırmanız ve konsantre olmanız gerekiyor.


Rekabete dayalı sporun amacı, güzelliğe ulaşmak değil. Hâlbuki üst düzey spor, insan güzelliğinin dışavurumu için ideal bir sahne. Aralarındaki ilişki, kabaca savaşla cesaretin ilişkisine benziyor. Burada insan güzelliği derken daha özel bir şeyi kastediyoruz. Buna kinetik güzellik de denebilir. Gücü ve etkisi sınır tanımayan, cinsel veya kültürel normlarla alakası olmayan bir güzellik. Alakalı olduğu tek şey, insanın bir beden sahibi olduğu gerçeğiyle sağladığı uzlaşma gibi gözüküyor.
 
Erkek sporlarında kimse güzellikten, zarafetten veya vücutlardan bahsetmiyor elbette. Erkekler spora duydukları "sevgiyi" ifade ediyor ama o sevgi her zaman savaş sembolizmi yoluyla söze veya yazıya dökülüyor. Yenilmek ya da ilerlemek, rütbeye dayanan hiyerarşi ve sıralamalar,  istatistikler, teknik analizler, klana ve/veya milliyete dayanan coşku, üniformalar, kitlelerin gürültüsü, bayraklar, göğüs yumruklamalar, yüz boyamalar vb. Pek anlaşılamayan nedenlerden ötürü, savaş sembolleri sevgi sembollerinden daha rahat kullanılır. Bu yaklaşımın korttaki yansıması, sürekli bisepslerini sergileyen, Kabuki tiyatrosunu andıran nidalar atan, atletik vücutlu İspanyol savaşçı Rafael Nadal. Bu da yetmezmiş gibi, Nadal aynı zamanda Federer'in en büyük rakibi ve bu yılki Wimbledon'ın büyük sürprizi. Bir toprak kort spesiyalisti olduğu için kimse ondan ilk birkaç turu geçmesi dışında bir şey beklemiyordu. Diğer yandan, Federer hiçbir sürpriz ya da zorlukla karşılaşmadan yarı finale dek geldi. Bütün rakiplerini öyle bir hâkimiyet altına aldı ki yazılı ve görsel basın, maçları sıkıcı geçiyor diye endişelenmeye başladı. Milliyetçi hislerin egemen olduğu Dünya Kupası maçlarının Wimbledon'ı bastırmasından korktular.


Fakat 9 Temmuz'daki erkekler finali, herkesin hayallerindeki maç. Nadal-Federer eşleşmesi, önceki ay Nadal'ın kazandığı Fransa Açık finalinin de rövanşı. Federer bu sezon şimdiye kadar sadece dört maç kaybetti ve bunların hepsi Nadal’a karşıydı. Gerçi bu maçların tamamı toprakta oynandı. Tenisin en yavaş zemini, Nadal’ın da favorisi. Federer’in favorisiyse çim zemin ama ilk haftaki sıcaklık, zeminin kayganlığını azaltıp çimi yavaşlattı. Ayrıca, Nadal toprak odaklı oyununu çim korta uyarladı. Topspin vuruşlarının daha etkili olması için geri çizgiye yaklaşıyor, servisini güçlendirdi ve fileye alerjisi de geçmiş durumda. Üçüncü turda Agassi’yi resmen perişan etti. Yayıncılar mutluluktan uçuyor. Çizgi hakemleri miço kıyafetine benzeyen, yeni Ralph Lauren üniformaları içinde, maçtan hemen önce Merkez Kort’a çıkarken; spikerler sandalyelerinde heyecandan (gerçek anlamda) hop oturup hop kalkıyorlar. Bu Wimbledon finalini izleyenler,  bir kral ile ona tamamen zıt can düşmanı arasında geçen bir intikam öyküsüne tanık olacak. Güney Avrupa’dan tutkulu bir maço, kuzeyin girift ve soğuk sanatkârına; Apollo, Dionysos’a; neşter, satıra; sağak, solağa; dünya 1 ve 2 numarası birbirine karşı. Güce dayalı çağdaş baseline oyununu sonuna kadar kullanan Nadal; ince ve kusursuz tarzı, ayak çalışması ve hızıyla o oyuna şekil veren ama biraz önce bahsettiğimiz rakibine garip bir şekilde zaaf gösteren adama karşı. Britanyalı bir gazeteci, arkadaşlarıyla maç hakkında konuşurken şu sözleri, neşeyle tekrarlıyor: “Bu maç bir savaş olacak.”


Dahası, maç tenisin tapınağı Merkez Kort’ta oynanıyor. Tabii, bir de iki haftalık Wimbledon takviminin ikinci Pazar gününde oynanması var. Wimbledon organizasyonu, birinci Pazar gününe maç koymayarak, o günün önemini her yıl vurguluyor. Bütün sabah park işaretlerini devirip şemsiyeleri ters döndüren, tozu dumana katan rüzgâr, bu önemi anlamışçasına maçtan bir saat önce kesiliyor. Merkez Kort’ta branda kaldırılıp file direkleri yerine takılırken güneş de yükseliyor.


Federer ve Nadal, asillerin oturduğu bölümü selamlamak üzere alkışlar arasında korta geliyor. İsviçreli oyuncu, Nike’ın bu yılki Wimbledon için tasarladığı süt rengi spor ceketi giymiş. Federer altına şort ve spor ayakkabı giymiş olmasına rağmen, ceketi üstünde (ve belki de sadece onun üstünde) garip gözükmüyor. İspanyol oyuncu, ısınma için özel bir kıyafet giymiyor. Bu yüzden hemen kaslarına bakmaya başlamak zorunda kalıyoruz. İkisi de baştan aşağı Nike’lar içinde. Ceplerindeki mendilden saçlarındaki banda kadar her yerde aynı logo var. Nadal, saçını o bandın altına iyice sıkıştırmış. Televizyon izleyicisinin dikkatini çeken ilk Federer tiki ise kafasındaki bandın üzerine düşen saçlarını düzeltip durması oluyor. Nadal da benzer bir takıntıyla, ballboy’lardan birine verdiği havlu için puanlar arasında sürekli kortun gerisine gidiyor. Kesintisiz canlı yayın sayesinde, diğer tik ve alışkanlıkları da görme fırsatı buluyoruz: Roger Federer, spor ceketini buruşmasın diye kort sandalyesinin arka kısmına büyük bir özenle asıyor. Her maçından önce yaptığı bu hareket, çocukça ve garip biçimde şirin gözüküyor. Her maçın ikinci setinin bir yerinde mutlaka raketini değiştiriyor. Yeni raket, ağzı her zaman mavi bantla kapatılmış, tertemiz, naylon bir poşetin içinde geliyor. Federer o bandı dikkatlice çıkarıp çöpe atsın diye ballboy’a veriyor. Nadal da servis atmadan önce topu sektirirken, uzun şortunun popo kısmını sürekli çekiştiriyor. Baseline çevresinde yürürken, şişlenmekten korkan bir mahkûmunkine benzeyen bakışlarla kortun iki tarafını baştanbaşa tarıyor. Ve dikkatle bakınca İsviçreli tenisçinin servis atarken yaptığı garip bir şey görülebiliyor: Federer servis hareketine başlamadan önce, top ve raket önündeyken, topu tam olarak raketin ortasında duran V şeklindeki boşluğa yerleştiriyor; topu mutlaka oraya oturtana dek itiyor. Çok hızlı bir hareket bu ama hem ilk hem ikinci servisteki her denemede tekrarlanıyor.


Nadal ve Federer tam beş dakika boyunca ısınıyorlar, hakem bu sırada süreyi takip ediyor. Yayıncıların görmekle çok ilgilenmediğinizi düşündüğü bu profesyonel ısınmaların çok net bir düzeni ve etiketi var. Merkez Kort’ta 13.000 civarında insan maçı bekliyor. Birkaç bin kişi daha, her yıl memnuniyetle yaptıkları gibi, ana kapıdan giriş için bir ücret ödeyip toplanmış; sivrisinek spreyleri ve piknik sepetleriyle 1 Numaralı Kort’un hemen dışındaki dev ekrandan maçı izlemeye gelmişler.

Oyun başlamadan hemen önce, ilk servisi kimin atacağına karar vermek için bir para atışı yapılıyor. Bu da bir Wimbledon ritüeli. Bu yıl parayı atıp töreni onurlandıracak konuk William Caines, kule ve turnuva hakemi eşliğinde korta geliyor. Caines, iki yaşındayken karaciğer kanserine yakalanmış, ameliyat olduktan sonra girdiği zorlu kemoterapi sürecinin ardından bir şekilde hayatta kalmayı başarmış, yedi yaşında Kent’li bir çocuk. Cancer Research UK derneğini temsilen burada bulunuyor. Sarışın bir suratı, pembe yanakları var. Boyu Federer’in beline geliyor. Seyirciler atış sırasında çıkardıkları seslerle memnuniyetlerini belli ediyor. Federer yüzünde bir tebessümle para atışını izliyor. Nadal filenin orada boksör gibi zıplayıp kollarını bir o yana bir bu yana sallıyor. Amerikan yayıncı para atışını gösterdi mi, yayın sözleşmesine bu dâhil miydi yoksa reklama mı girdiler, bilmiyorum. William sahadan ayrılırken, seyirci deminkine göre daha çok ama parça parça ve kararsız bir gürültü çıkarıyor. Tribünlerin çoğu ne yapacağını bilemiyor. Tören biter bitmez, bu çocuğun neden burada olduğu gerçeği akıllara geliyor. Kanserli bir çocuğun bu rüya-finalin atışını yapması, insanda hem önemli hem rahatsız eden hem de etmeyen bir his uyandırıyor. Bu his, artık ne anlama geliyorsa, en azından ilk iki set boyunca insanın dilinin ucunda tarifi zor bir tat bırakıyor.


Üst düzey bir atletin güzelliğini birisine direkt olarak tasvir etmek ya da hissettirmek neredeyse imkânsız. Federer’in forehand’i kocaman, sıvı bir kamçıya benziyor; tek el backhand’iyle düz, spin’li ya da slice vuruşlar yapabiliyor. O slice’lar havada şekiller çiziyor ve çimde hafifçe kayan top, ancak ayak bileği hizasına çıkıyor. Müthiş bir hızla kullandığı servislerde, başka kimsenin yanına bile yaklaşamadığı bir hâkimiyet ve çeşitlilik var. Servis hareketi esnek, kusursuz ve kendine özgü. Raketin topla buluştuğu an, vücudunda yılankavi bir kuvvet görülüyor. Sezgileri ve kort görüşü uhrevi bir seviyede ve ayak oyunları bu sporun zirvesinde. Çocukluğunda izleyenlerin gözlerini kamaştıran futbol yeteneği, bugün bile kendini belli ediyor.  Anlattıklarımın hepsi gerçek ama hiçbiri bu adamın oyununu izlerken yaşanan deneyimi, bu güzelliğe ve dehâya birinci elden şahit olmanın yaşattığı hissi açıklamıyor ya da andırmıyor. Estetik şeyleri anlatırken dolaylı konuşmak, lafı dolandırmak, (ya da Aquinas’ın kendi anlatılması imkânsız konusunu açıklarken yaptığı gibi) sahip oldukları özellikler yerine sahip olmadıkları özellikler üzerinden tanımlamak daha kolay.


Bir kere, bu deneyim televizyondan yaşanamıyor. En azından tam olarak… Televizyonda tenis izlemenin kendine göre avantajları var ama o avantajların da dezavantajları var. Bunlardan en önemlisi, yakınlık yanılgısı: TV’deki ağır çekim tekrarlar, yakın çekim görüntüler, grafikler ve bütün buna benzer şeyler, izleyicilere öyle bir ayrıcalık sunuyor ki yayın sırasında ne çok şey kaçırdığımızın farkında bile değiliz. Televizyon izleyicisi, üst düzey tenisin saf fiziğe dayanan kısmının çoğunu: topun ne kadar hızlı hareket ettiğini, oyuncuların buna nasıl çabuk karşılık verdiğini göremiyor. Bu kaybı açıklamak oldukça basit: Televizyon, bir puan sırasında, öncelikle anlaşılır bir yayın yapmak için bütün kortu gösteriyor. İzleyiciler bu sayede iki oyuncuyu ve karşılıklı vuruşların kortta oluşturduğu genel geometriyi görüyor. Televizyon, bu nedenle baseline’daki bir noktada, kortu tepeden ayna gibi ters yansıtan bir açı seçiyor. Yani siz seyirciler, oyunu kortun arka tarafında, yukarıdan aşağıya bakarak izliyorsunuz. Bu perspektif (herhangi bir sanat öğrencisinin de söyleyebileceği gibi) görüntüyü tek noktadan gösterdiği için “görüşü kısaltıyor.” Gerçek tenis, üç boyutlu bir oyun ama TV ekranındaki görüntü iki boyutlu. Ekranda kaybolan (daha doğrusu bozulan) boyut, kortun uzunluğu: yani iki geri çizgi arasındaki 23.78 metre. Tenis topu bu mesafeyi vuruş hızında kat ediyor. Bu hız, televizyonda görünmez olurken, yerinde izlenen bir maçta korkutucu bir manzaraya dönüşebiliyor. İfade size soyut ya da abartılı gelebilir, eğer öyleyse herhangi bir profesyonel tenis turnuvasını (özellikle de dış kortlarda oynanan, sahaya 5-6 metre mesafeden izleyebileceğiniz ilk tur maçlarını) yerinde seyredin ve farkı kendi gözlerinizle görün. Tenisi sadece televizyondan izlediyseniz, profesyonel oyuncuların topa ne kadar güçlü vurduğunu, topun nasıl hızlı gittiğini, oyuncuların ne kadar çabuk hareket edip yön değiştirerek kortta pozisyonunu koruduğunu bilmiyorsunuz. Ve hiçbiri Roger Federer kadar hızlı değil. İsviçreli oyuncu, bu da yetmezmiş gibi, yaptığı inanılmaz şeyleri çocuk oyuncağı gibi gösteriyor.

İlginçtir, TV yayını Federer’in zekâsını daha az örtüyor. Çünkü bu zekâ, korta açı olarak yansıyor. Federer winner vurmak için kimsenin tasavvur edemediği açıları, boşlukları görebiliyor ya da yaratabiliyor ve televizyon perspektifi Federer Anları’nı izlemek ve incelemek için mükemmel ortamı oluşturuyor. Olağanüstü winner’ların ve açıların durup dururken oluşmadığını görmek ise TV’den izlerken zorlaşıyor. Bu vuruşlar, genellikle birkaç top önceden hazırlanıyor ve o son muhteşem topun hızı ve düştüğü yer kadar, Federer’in rakibin korttaki pozisyonunu kontrol etme becerisi de önem taşıyor. İsviçreli tenisçinin dünya çapındaki diğer atletleri, nasıl bu kadar kolayca koşturabildiğini anlamak için güce dayalı modern baseline oyununu teknik açıdan daha iyi anlamak gerekiyor ve televizyon bunu sağlamakta –yine– yetersiz kalıyor.

Wimbledon biraz garip bir yer. Tenisin Mekke’si, tapınağı olduğu sonuna kadar doğru ama turnuva bunu tekrar tekrar insanlara hatırlatmak için yaptığı şeylerin sayısını abartmasa, daha hoş olurdu. Bu abartıda insanı sıkan bir kibir, aşırı bir kendini tanıtma ve markalaşma çabası var. Sanki aldığı her plaketi, diplomayı ve ödülü sergileyen otoriter bir figürün ofisini ziyarete gitmişim de duvarındaki her şeye tek tek bakmaya ve her seferinde etkilendiğimi belli eden bir şey söylemeye mecburmuşum gibi hissediyorum. Wimbledon’ın tüm duvarları, neredeyse her önemli koridoru ve yolu, eski şampiyonların vuruşlarını gösteren poster ve resimlerle, turnuva hakkında ilginç bilgiler veren, tarihi olayları anlatan yazılarla ve bunun gibi şeylerle dolu. Bunların bir kısmı ilginç, bir kısmı ise gerçekten tuhaf. Örneğin, Wimbledon Çim Tenisi Müzesi’nde turnuvanın oynandığı yıllar boyunca kullanılmış her türlü raket bulunuyor ve Milennium Building’in ikinci kısmına geçen yoldaki pek çok levhadan biri, bu sergiyi fotoğraflar ve Raketin Tarihi benzeri öğretici bir metinle tanıtıyor. Metnin zirveye ulaştığı son bölüm, aynen, aşağıda.

Uzay teknolojisi ürünü grafit, bor, titanyum ve seramik gibi maddelerden yapılan hafif kasnaklar, daha geniş raket başlarıyla bir araya gelip oyunun karakterini tamamen değiştirdi. Bugünlerde, topa güçlü vuran oyuncular, kuvvetli topspin’leriyle tenisin hâkimi. Zekâ ve tekniğine güvenerek oynayan servis-vole oyuncularıysa neredeyse ortadan kayboldu.

Federer’in Wimbledon hâkimiyeti dördüncü yılına girmişken, böyle bir teşhisin dikkat çekici biçimde sergilenmesi insana, en hafif ifadeyle, acayip geliyor. Çünkü İsviçreli tenisçi, McEnroe’nun zirveye çıktığı günlerden bu yana erkekler tenisinde görülmemiş bir zekâ ve tekniği kortlara geri getirdi. Tabii, o metin güç dogmasına adanmış bir övgüden başka bir şey değil. Raket teknolojisinde, kondisyon biliminde ve ağırlık çalışmalarındaki büyük gelişmelerin, tenisi çabukluk ve becerinin hakimiyetindeki bir oyundan, atletizm ve saf kuvvetin önemli olduğu bir spora çevirdiği son 20 yıldır söyleniyor. Güce dayalı baseline oyununun kaynağını açıklaması bakımından, söylenenler doğru. Profesyonel tenisçiler artık belirgin şekilde daha iri, daha güçlü vücutlara ve daha iyi kondisyona sahip. Üstüne üstlük ileri teknoloji alaşımdan yapılan raketler daha hızlı ve spin’li vuruşlara imkân tanıyor. O halde, nasıl oluyor da Federer’in “miadını doldurmuş” yeteneği, erkekler tenisini domine etmeyi başarıyor? Bu soru, geniş ve güçlü bir kafa karışıklığına yol açıyor.

Federer’in egemenliğini açıklamak için bazı geçerli argümanlar var. Bunlardan biri gizemli ve metafizik ögeler içeriyor ve (bence) hakikate en yakın olan bu. Diğerleri daha teknik ve gazetecilik açısından daha verimli.

Metafiziksel açıklama, Roger Federer’in bir dereceye kadar fizik kurallarından muaf, ender rastlanır, doğaüstü bir atlet olduğunu iddia ediyor. Bu açıklamaya uyan bazı diğer örnekler şöyle: insanüstü bir yüksekliğe zıplamakla kalmayıp havada yer çekiminin müsaade ettiğinden 1-2 saniye daha fazla kalmayı başaran Michael Jordan ve ringde bir müddet “süzüldükten” sonra, bir ressamın tuvale vurduğu fırça darbeleri misali zarif yumruklarını rakiplerinden iki ya da üç kat daha hızlı vurmayı başarabilen Muhammed Ali. 1960’lardan bu yana ortaya çıkmış yarım düzine örnek daha bulunabilir. Federer de bunlardan biri. Ona dâhi, mutant veya tenis tanrısı demek mümkün. Asla dengesiz ya da acele vuruş yapmıyor. Yaklaşan top, onun için olması gerekenden bir salise fazla havada kalıyor. Hareketleri atletikten çok elastik görünüyor. Ali, Jordan, Maradona ve Gretzky gibi, rakiplerine kıyasla hem daha sade hem de daha gösterişli gözüküyor. Wimbledon’ın hâlâ sürdürdüğü giysi kuralı yüzünden beyazlar içinde oynamak zorunda kaldığında, gerçek benliği ortaya çıkıyordur belki de. Belki de vücudunun bir kısmı etten ve bir kısmı (ne hikmetse) ışıktan bir varlıktır o.

Topun ona yardım edercesine yavaşlayıp, iradesine boyun eğiyormuş gibi havada normalden biraz fazla kalması meselesinin ardında, hakikaten metafiziksel bir gerçek var. Kanıtı da aşağıda anlatacağım anekdotta. 7 Temmuz’da Federer’in Björkman’ı paramparça ettiği (onu sadece yenmediği, paramparça ettiği) yarı finalden sonra ve Björkman’ın “Federer mükemmel bir tenis oynarken, onu en iyi yerden izlemekten memnuniyet duydum” dediği basın toplantısından hemen önce, Federer ve Björkman sohbet edip şakalaşıyordu. Björkman laf arasında bugünkü maçta topun kendisine normalden daha büyük gözüktüğünü söyledi ve Federer de onu onaylayıp “sanki bir bowling ya da basketbol topu gibiydi” dedi. Elbette şaka yapmıştı. O gün anormal derecede iyi oynadığını onaylayıp Björkman’ı rahatlatmaya çalışıyordu. Ama aynı zamanda tenisin kendisi için nasıl bir oyun olduğunu da ortaya koymuş oldu. Olağanüstü bir hızı, refleksleri ve vücut koordinasyonu olan biri olduğunuzu ve tenis oynadığınızı hayal edin. Oynarken yaşadığınız deneyimde, bu muhteşem refleksler ve hızın farkında olmazdınız. Bunun yerine, top size daha yavaş ve büyük gözükür ve vuruş için bolca vaktiniz varmış gibi gelirdi. Gördüğünüz şey; koltuklardaki seyircinin şahit olduğu çabukluk ve beceri, topa ıslıklar çaldırıp görüntüsünü bulandıran müthiş hız (yani gözle görülebilir gerçekler) yerine, bu olurdu.

Sürat, bu algının sadece bir yüzü. Şimdi biraz daha teknik kısma geliyoruz. Tenis, çoğu zaman “santimlerle oynanan bir oyun” olarak tanımlanır ancak bu klişe sadece topun düştüğü noktayla ilgilidir. Oyuncunun üzerine gelen topa yaptığı vuruş düşünüldüğünde, tenis santimlerle değil mikronlarla oynanan bir oyundur: vuruş anında hızla gözden kaybolan, minicik değişimler, topun nasıl ve nereye gittiğini büyük oranda etkiler. Aynı prensip, nişan alırken yapılan en ufak bir hatanın uzaklardaki bir hedefi ıskalamaya yol açmasını da açıklar.

Bir örnekle durumu yavaş çekime alalım. Bir tenis oyuncusu olduğunuzu ve geri çizginin sağ köşesinde durduğunuzu düşünün. Rakip, forehand’inize doğru bir servis atıyor. Duruşunuzu topun geldiği yöne doğru değiştirip forehand return vurmak için raketinizi geriye doğru açıyorsunuz. Topa vurmak için ileri doğru yaptığınız hareketin yarısına gelene dek, durumu gözünüzde canlandırmaya devam edin. Size doğru gelen top, şu an bel hizanızın biraz üzerinde, raketle buluşacağı noktanın yaklaşık 15 cm uzağında. Buradaki değişkenleri düşünün. Dikey düzlemde, raketinizi birkaç derece yukarı ya da aşağıda tutmanız bir topspin ya da slice’a; tam dik açıda tutmanız falsosuz, düz bir drive vuruşa sebep olabilir. Yatay düzlemde, raketin yüzünü biraz olsun sola ya da sağa çevirmeniz ve topa bir milisaniye bile erken ya da geç vurmanız çapraz ya da paralel bir return’e neden olabilir. Vuruş hareketiniz sırasında ve sonrasında kolunuzu yay misali çevirmeniz, topun file üstünden geçerken bulunacağı yüksekliği; bu yay hareketinin hızı, topun rakip alanda düşeceği noktanın derinliğini ve sektiği anda çıkacağı yüksekliği belirler. Elbette, bunlar sadece en genel ayrımlar. Örneğin daha, ağır ve hafif topspin ya da keskin ve yavaş çapraz vuruş gibi seçenekler de mevcut. Topu ne kadar yakından aldığınız, raketi nasıl tuttuğunuz, dizlerinizi ne kadar büktüğünüz, vücut ağırlığınızı ileri doğru ne kadar hareket ettirdiğiniz, rakibiniz servis attıktan sonra hem topu hem rakibinizi takip edip edemediğiniz… Bunların hepsi, çok önemli değişkenler. Ayrıca, statik bir nesneyi harekete geçirmediğinizi, bir miktar spin verilerek üzerinize doğru fırlatılmış, size uçarak gelen bir cismi çevirdiğinizi ve bu cismin geliş hızı yüzünden bilinçli düşüncelerle hareket etmenizin imkânsız olduğunu da unutmayın. Örneğin, Mario Ancic’in ilk servislerinin ortalama hızı saatte tam 210 km. İki geri çizgi arasındaki mesafenin sadece 23.78 metre olduğunu düşünürsek, servis size 0.41 saniyede ulaşır. Bu süre zarfında gözünüzü ikinci kez kırpmaya bile vakit bulamazsınız.


Profesyonel tenis, bilinçli hareketler yapmak için yeterli olmayan zaman aralıklarında oynanır. Bedeninizi geçici bir süreliğine refleksleriniz kontrol eder. Tamamen fiziksel reaksiyonlarla hareket eder, bilinçli düşünme fırsatı bulamazsınız. Oysa etkili bir servis return’ü, göz kırpmaktan çok daha karmaşık fiziksel aktivitelerin ahenk içinde uygulanmasına ve birden çok kararın tam zamanında verilmesine bağlıdır.

Güçlü bir servise etkili return yapabilmek için zaman zaman “kinestetik algı” olarak adlandırılan, vücudu ve onun yapay uzantılarını karmaşık, çok hızlı ve sistemli görevler sırasında başarılı şekilde kontrol etme manasına gelen bir beceri gerekir. Dilimiz bu becerinin farklı bölümlerini anlatmak için envai çeşit kavram kullanır: hissetmek, dokunmak, biçimlenmek, iç algı, koordinasyon, el-göz koordinasyonu, kinestezi, zarafet, kontrol, refleksler vb. Gelecek vaat eden junior tenisçiler, kinestetik algı sahibi olmak için her gün fazlasıyla ağır antrenmanlar yapar. Bu antrenmanlar hem kaslara hem sinir sistemine yöneliktir. Her gün binlerce kez aynı vuruşu tekrarlamak, oyuncunun düzenli ve bilinçli düşünceyle yapamadığı şeyi, “hissederek” yapmasını sağlar. Sürekli tekrara dayanan antrenmanlar, dışarıdan bakan birine eziyet gibi hatta zalimce gözükür. Ama dışarıdan bakan kişi, oyuncunun kafasının içinde neler olup bittiğini bilemez. O oyuncunun tekrar tekrar yaptığı ufacık değişikliklerin etkisi, giderek belirginleşir ve bu etkinin bilinçli düşüncedeki izleri yavaş yavaş kaybolur.


Bu ağır antrenmanlara fazlasıyla zaman ayırmak ve disiplinli bir biçimde devam etmek gerekir. Tam da bu sebepten üst düzey profesyonel tenisçiler, hayatlarını çocuk yaştan (ya da en geç ergenliğin başından) itibaren bu spora adayan isimler arasından çıkar. Örneğin, Roger Federer futbolu tamamen bırakıp Ecublens’deki İsviçre Ulusal Tenis Eğitim Merkezi’ne girdiğinde 13 yaşındaymış. 16 yaşında okulu bırakıp üst düzey uluslararası turnuvalarda oynamaya başlamış.

Federer, okulu bıraktıktan birkaç hafta sonra junior seviyesinde Wimbledon’ı kazandı. Kendisini tenise adayan her junior oyuncusunun bunu başaramadığını herkes bilir. Yani, sadece zaman ve efor harcayarak her şeyi başaramazsınız. Bu ikisinin yanına eklediğiniz saf yetenek miktarı da aynı ölçüde önemlidir: Yıllar boyu devam eden antrenman ve uygulamaların sonuç vermesi, bir çocuğun kinestetik açıdan sıra dışı biçimde yetenekli olmasına bağlıdır. Yukarıdakilerin hepsini birleştiren bir çocuk, zaman içinde yıldız bir tenisçi olarak sivrilmeyi başarır. Bunları temel alıp yapılan teknik bir açıklama, Federer’in diğer erkek tenisçilerden kinestetik olarak daha kabiliyetli olduğunu söylüyor. İlk 100’deki her ismin kinestetik açıdan üstün yetenekli olduğunu düşünürsek, aradaki fark oldukça küçük olmalı ve bu gayet normal. Sonuçta, tenis santimetrelerle oynanan bir oyun.

Dolayısıyla, bu cevap makul ama eksik. 1980’de olsak yeterli olurdu ama 2006’da böyle küçük bir yetenek farkının arayı nasıl bu kadar açtığını sorgulamamız gerekiyor. Wimbledon’daki güç dogmasına tapan metnin haklı olduğu kısmı hatırlayın. Kinestetik virtüöz olsa da olmasa da, tenis tarihinin en iyi hazırlanmış, en büyük, en güçlü, en formda erkek oyuncu nesli; Roger Federer’in hâkimiyeti altında. Bu oyuncular nükleer teknoloji ürünü, üst düzey kinestetik algıyı önemsizleştirdiği söylenen raketlerle oynarken bunu başarmak, Metallica konserinde ıslıkla Mozart çalmaya benziyor.


Finalin ikinci setinde, Nadal 2-1 önde ve servis atıyor. Federer ilk seti oyun dahi vermeden aldıktan sonra, ara sıra olduğu gibi, biraz aksıyor. İkinci set başında servisini kırdırıp geri düşmüş. Nadal 16 vuruş sürecek ralliyi avantaj tarafından kullandığı servisle başlatıyor. İspanyol oyuncunun servisleri Paris’tekinden çok daha hızlı. Bu seferki servisi merkeze doğru hızlıca iniyor. Federer’in zayıf bir forehand’le verdiği karşılık, filenin epey üzerinden karşı korta süzülüyor. Güçsüz bir vuruş ama sorun değil. Çünkü Nadal servislerden sonra asla kortun içine girmiyor. İspanyol oyuncu, Federer’in backhand’ine güçlü ve derin topspin forehand’lerinden birini gönderiyor. Federer daha da güçlü bir topspin backhand’le, neredeyse bir toprak kort vuruşuyla cevap veriyor. Bu vuruş, Nadal’ı şaşırtıyor ve hafifçe geri çekilip Federer’in forehand tarafına alçak ve hızlı giden bir top atıyor. Vuruş T çizgisini biraz geçip korta iniyor. Federer pek çok rakibine karşı puanı bu vuruşla bitirebilir ama Nadal’ın İsviçreli tenisçiye sorun yaratmasının sebeplerinden biri, diğer rakiplerinden çok daha hızlı olması; onların yetişemediği topları çevirebilmesi. Federer winner vurmak yerine Nadal’ı berabere köşesine, yani backhand’ine çeken ama fazla açılı olmayan bir top atmak istiyor. Bu yüzden orta kuvvette ve spinsiz bir çapraz forehand vuruyor. Nadal koşarken Federer’in backhand tarafına güçlü bir paralel backhand gönderiyor. Federer aynı açıya oldukça yavaş, arkadan verilen spin yüzünden süzülerek giden bir slice vurup Nadal’ı deminki vuruşu yaptığı noktaya geri gönderiyor. Nadal da bir slice’la karşılık veriyor ve Federer topu yine aynı noktaya kesiyor. Bu seferki, hem daha yavaş hem de daha fazla süzülüyor. Nadal yemi yutup yine aynı açıya, güçlü bir çift el back-hand’le yükleniyor. İspanyol oyuncu, berabere köşesine kamp kurmuş durumda. Artık vuruşlar arasında kortun merkezine gitmiyor. Federer onu hipnotize etmiş gibi. İsviçreli tenisçi, çok güçlü ve derin bir backhand vuruyor. Top havada ıslık çalarak uçuyor, Nadal’ın avantaj tarafında çizginin hemen dibine düşüyor. Rafa yetişiyor ve çapraz bir forehand’le cevap veriyor. Federer daha da güçlü ve derin bir çapraz backhand’le bu topu karşılıyor. Vuruş, neredeyse geri çizginin üstüne öyle hızlı iniyor ki Nadal ters ayağının üstünde vurduğu bir forehand’le cevap verebiliyor. İspanyol oyuncu, kortun merkezine dönmek için çırpınırken, forehand’i Federer’in backhand tarafında biraz kısa kalan bir noktaya iniyor. Federer bu topa doğru bir adım alıp şimdiye kadarkilerden tamamen farklı, çapraz bir backhand vuruyor. Bu seferki çok daha kısa ve kimsenin beklemediği kadar keskin açılı bir top, üstelik o kadar bol topspinle yüklü ki servis kutusunun hemen köşesine iniyor. Nadal, topun açısı ve spini yüzünden ne topa doğru koşabiliyor ne de kortun yan tarafından topun arkasına geçebiliyor. Puan bitiyor. Bu muhteşem bir winner, bir Federer Anı. Ama canlı izliyorsanız, Federer’in bu winner’ı dört ya da beş vuruş önceden kurgulamaya başladığını görebiliyorsunuz. Paralele atılan ilk slice’tan sonraki her vuruş, İsviçreli tenisçinin Nadal’ı önce kontrol edip uyuşturmak sonra ritmini ve dengesini bozarak sondaki o tasavvur edilemez açıyı yaratmak için hazırladığı bir tuzak. Ama bunca şeyin arasından sadece biri, o sondaki açıya imkân sağlıyor: son vuruştaki o bol topspin olmasa, tüm bunlar boşa gidecekti.


Bol topspinli vuruşlar, günümüzün güce dayalı geri çizgi oyununun alamet-i farikası. Wimbledon’daki metin, en azından bu konuda haklı. Ama topspin neden bu kadar önemli, çoğunluk bu sorunun yanıtını bilmiyor. Herkesin bildiği şu: İleri teknoloji ürünü alaşımdan yapılan raketler, tıpkı alüminyum beyzbol sopalarının eski tarz tahta sopalara fark atması gibi, tahta raketlere göre topa çok daha fazla hız kazandırıyor. Ama bu dogma yanlış. Gerçek şu ki aynı çekme direncindeki karbon temelli alaşımlar, tahtadan hafif. Bu sayede modern raketler, eski moda Kramer ve Maxply’lara göre 50 gram hafif oluyor ve raketlerin yüzü de 2,5 santim genişliyor. Burada önemli olan fark, raket yüzünün genişliği. Daha geniş bir yüz, daha fazla telli bölge anlamına geliyor. Bu da raketteki etkili alanı genişletiyor. Karbon alaşımdan yapılmış bir raket elinizdeyken, güçlü bir vuruş yapmak için topu tellerin geometrik merkezine tam olarak denk getirmeniz gerekmiyor. Topspin vurmak için de çok titiz davranmanıza gerek yok. Hatırlatayım: topspin, raketin yüzü yana yatıkken yukarıya doğru kavisli bir hareketle yapılan bir vuruş. Topa düz bir darbe vurmak yerine, üstten hafifçe temas etmeniz gerekiyor. Tahta raketlerle bunu yapmak çok zor. Çünkü raket yüzü daha küçük, yüzdeki etkili alan daha dar. Alaşımdan yapılanların daha hafif ve geniş kafa kısmı ve o kafadaki daha geniş merkez, oyunculara raketi daha hızlı sallama ve topa daha fazla topspin verme imkânı sağlıyor. Vuruşunuzun sertliği ve mümkün olan topspin miktarı arttıkça, daha fazla risk alabiliyorsunuz. Topspin; topun fileyi yüksekten geçmesini, keskin bir yay çizdikten sonra rakip korta geçtiğinde (hızla yükselmek yerine) sertçe düşmesini sağlıyor.

Burada formül basit: Alaşım raketler, topspin imkânını artırıyor. Bu da vuruşların 20 yıl öncesine kıyasla çok daha hızlı ve güçlü olmasını sağlıyor. Erkek oyuncuların daha güçlü vuruşlar için topa sıçrayarak vurması, artık sıradan bir şey. Eskiden bu hareketi yaparken gördüğümüz tek oyuncu, Jimmy Connors’dı.

Bu arada, söylemek gerekir ki güce dayalı geri çizgi oyununun babası Connors değil. Geri çizgiden çok güçlü vuruşları vardı, evet. Ama o vuruşlar düz ve spin’sizdi. Fileyi yüksek değil alçak noktalardan geçerlerdi. Bjon Borg da güce dayanan bir geri çizgi oyuncusu sayılmazdı. Hem Borg hem Connors, eski tarz geri çizgi oyununu kendilerine özgü bir biçimde oynadı ve tarzları daha da eski bir stil olan servis-vole oyununa rakip olup ona karşı bir tarz haline geldi. Servis-vole, yıllarca güce dayalı oyunun bir formu olarak erkek tenisini hâkimiyeti altına almıştı ve modern dönemdeki en büyük temsilcisi John McEnroe’ydu. Muhtemelen, bunların hepsini önceden duymuşsunuzdur. Ayrıca, McEnroe’nun Borg’u devirip 80’lerin ortasına kadar erkek tenisini egemenliği altına aldığını da duymuş olabilirsiniz. McEnroe’nun hükümdarlığı, (a) modern alaşım raketlerin ve (b) bu alaşım raketlerin ilk örnekleriyle oynayan ve güce dayalı geri çizgi oyununun gerçek atası olan Ivan Lendl’ın ortaya çıkmasıyla sona erdi.

Ivan Lendl, oyun stratejisini ve vuruşlarını alaşım raketlerin özel kabiliyetlerine göre tasarlamış, ilk üst düzey ve profesyonel oyuncuydu. Korttaki amacı, passing shot’lar ya da direkt winner’larla puan almaktı. En etkili silahı, geri çizgiden yaptığı vuruşlardı. Forehand’inin hızı (topa çok fazla topspin verebildiği için) nefes kesiciydi. Ivan Lendl, topspin ve hızın birleşimi sayesinde, bu oyun stilinin yükselişinde kilit olacak çok özel bir şey daha yapıyordu: Güçlü geri çizgi vuruşlarını görülmemiş açılara gönderebiliyordu. Bunun başlıca sebebi, topun müthiş bir hızla giderken, aldığı aşırı topspin sayesinde inişe geçip dışarı düşmemesiydi.  Bu, o dönemki şartlarda agresif tenisin bütün fizik kurallarını değiştirdi. Yıllardır servis-vole oyununu ölümcül yapan şey, açı faktörü olmuştu. Fileye ne kadar yaklaşırsan, rakibin kortu da o kadar genişliyordu. Volenin klasik avantajı, geri çizgiden veya orta korttan yapıldığında açık farkla dışarı gidecek açılı vuruşlara imkân tanımasıydı. Ama geri çizgiden vurulan fazlasıyla güçlü bir topspin, vole vuruşlarındaki açılara gönderilebilecek kadar kısa ve hızlı vuruşlara izin veriyordu. Hele ki rakibin vuruşu kısa kalmışsa, işler iyice kolaylaşıyordu. Top ne kadar kısa düştüyse vurabileceğiniz açı da o kadar genişliyordu. Yüksek tempo, topspin ve geri çizgiden agresif açılar: İşte, güce dayalı geri çizgi oyunu.

Açıkçası, Ivan Lendl öyle muhteşem bir tenis oyuncusu sayılmazdı. O, bol topspin ve ham gücün geri çizgiden kullanıldığında neler başarabileceğini gösteren, profesyonel seviyede üst düzey tenis oynayan ilk oyuncuydu. Daha da önemlisi: tıpkı alaşım raketler gibi, başarısı yinelenebilirdi. Belli bir fiziksel yetenek ve antrenman eşiğini geçmişseniz; başlıca gereksinimler atletizm, agresif bir oyun, yüksek seviyede güç ve kondisyondu. Sonuçta (çeşitli pürüzleri ve özel uzmanları saymazsak) profesyonel erkek tenisinin son 20 yılı ortaya çıktı:  Gelmiş geçmiş en iri, en güçlü, en fit oyuncular, toplara görülmemiş hızlarda vurup topspinler üretiyor. Kısa veya zayıf vuruşları anında cezalandırıp, puana çevirmek için topa yükleniyorlar.


Açıklayıcı örnek: Lleyton Hewitt’in David Nalbandian’ı yendiği 2002 Wimbledon Erkekler Finali’nde, servis-voleyle alınmış tek puan bile yoktu.

Güce dayalı geri çizgi oyunu, sıkıcı değil. Hele iki saniye süren servis-vole puanlarına veya bezgin bezgin yükselen moon-ball vuruşlarıyla dolu eski tip geri çizgi eziyetine göre hiç değil. Ama kısmen durağan ve sınırlı. Bazı tenis uzmanlarının endişeyle belirttiği gibi tenisin evriminin ulaşabileceği son nokta da değil. Bunu ispatlayan oyuncu, Roger Federer ve bunu modern oyunun içinde kalarak başardı.
 
İçinde kalmak bu cümledeki önemli kısım. Kolaycı bir bakış, buna dikkat etmiyor. Bu yüzden, Federer’in teknik ve incelik gibi özellikleri yanlış anlaşılmamalı. Federer’e bakarken iki tarzdan birini seçmek zorunda değilsiniz. İsviçreli tenisçinin vuruşlarında Lendl ve Agassi’nin sahip olduğu o güç, en ince detaya kadar hissediliyor. Raketi salladığında yerden yükseliyor ve kortun gerisinden yaptığı vuruşlarla Nadal’ı bile geçebiliyor. Wimbledon’daki metinde asıl garip ve yanlış olan, yazının genel anlamda acıklı tonu. Güce dayalı geri çizgi oyunu döneminde incelik, teknik ve beceri hâlâ yaşıyor. Çünkü Roger Federer, bu oyunun hâkim olduğu dönemde birinci sınıf, herkesi yenen güçlü bir geri çizgi oyuncusu olmayı hâlâ başarıyor. Dahası, O sadece bu kalıptan ibaret değil. Tüm bunların yanında, müthiş bir zekâsı, doğaüstü önsezileri,  inanılmaz bir kort görüşü var. Rakiplerini okuyup yönlendirerek, spin’le hızı birleştirerek, karşısındakini yanıltmak ve ondan gizlenmek için tuzaklar kurarak, basitçe hızını kullanmak yerine korta taktiksel öngörülerini, çevre kontrolünü ve kinestetik kalitesini yansıtarak muhteşem bir oyun sergiliyor. Yaptığı her şey, bugün oynanan tenisin sınırlarını ve imkânlarını yeniden şekillendiriyor.
 

Eminim, bu söylediğim size abartılı ve naif geliyordur ama lütfen anlayın: bu adam söz konusuyken abartılı, soyut ya da naif değil. Federer, Lendl’ın etkili ve baskın üslubuyla, onun yaptığı gibi kendi oyununu yaratıyor. Roger Federer, bugünkü teniste hız ve gücün oyunun her şeyi değil, sadece iskeleti olduğunu gösteriyor. Mecazen ve gerçekten, erkekler tenisine yeni bir vücutta hayat veriyor. Yıllar sonra ilk kez, kimse oyunun geleceğini kestiremiyor. Bu yılın Junior Wimbledon turnuvasında sahnelenen rengârenk gösteriyi izlemeliydiniz. Drop voleler, çeşit çeşit spin’ler, taktik servisler, üç vuruş önceden kurulan akıllıca tuzaklar ve bunların yanında her zamanki bağırışların ardından gürleyerek uçan toplar. Henüz gelişmekte olan bu yetenekli junior’ların arasından yeni bir Federer çıkar mı? Tabii ki bunu bilmek imkânsız. Çünkü dehâ, tekrar edilemez. Öte yandan, ilham bulaşıcıdır ve bulaştığı her yerde yeni bir biçim kazanır. Güç ve saldırganlığın güzelliğe karşı savunmasızlığını böylesine yakından görmek, insana ilham ve (geçici de olsa) huzur vermeye yetiyor.




Çeviren: Anıl Can Sedef ve Niko Yenibayrak



Not: Bu efsanevi köşe yazısının üzerinden yıllar geçti. Bugün Roger Federer'in 83 tekler şampiyonluğu bulunmakta. Bunun 17'si grand slam şampiyonluğu ve pek çok istatistikte olduğu gibi bu alanda da (şimdilik) zirvede. ATP turunda kazandığı bu şampiyonluklara ek olarak çiftlerde Olimpiyat Altını (2008), teklerde Olimpiyat Gümüşü (2012) ve İsviçre ile 1 Davis Cup (2014) şampiyonluğu bulunmakta. 302 hafta 1 numarada kalarak ulaşılması zor bir rekora da imza atmış oldu. O gelmiş geçmiş en büyük sporculardan biri... 

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder