14 Kasım 2015 Cumartesi

Kaçış Rotası

İnsanı yine hissetmekten alıkoyan bir gün; duyguların kıpırtısızlığı karşısında kalp huzursuz çırpınışlar içinde. "Bu böyle olmayabilirdi" diye düşünürken her gün yine, yeniden gerçeğe çaresizce uyanmak... Huzursuzluğun koşturduğu bir kalbi göğsünde her sabah yeniden hissetmeye başlamak ağır bir yük! Bir yere gittiği yok, hep orada ama insan uyuyunca unutuyor galiba. 

Huzurun binbir türlü nedeni olabilir va hatta üzerine roman bile yazılabilir, ancak huzursuzluğun çok fazla nedene ihtiyacı yok. Bir yakaladı mı insanı, kolay kolay da bırakmıyor üstelik. Nedensizlik çaresizliği de beraberinde getiriyor. Bir süre sonra, öylece geçmesini beklemekten başka bir şey yapamaz, düşünemez halde buluyor insan kendini. Çaresizliğin yol açtığı beklemeler, bir sandıkta kilitli kalmak gibi, karanlık dehlizlerde kayboluyorsun. Ama bekliyorsun, biri çıksın ve bu teslimiyeti bozsun, karanlığı ışığa çevirsin diye... Her mutlu oluşa tekabül eden bir mutsuzluk olsa da, insan mutluluğun sürekli olamayacak kadar güzel, sadece anlardan ibaret bir duygu olduğunu bilse de huzursuzlukla barışamıyor bir türlü.  

Böyle zamanlarda her insan güçlü bir alışkanlığa sığınır. Ben kitaplara sığınıyorum... Yanlarındayken insanlar için bir anlam ifade etmiyorsan, seninle gerçek hikâyelerini paylaşan arkadaşların yoksa, ne yapabilirsin ki başka? Sayfalarda akıp giden kelimelere anlam yüklemek daha kolay sonuçta... İnsanlarla ve haliyle duygularla mesafeyi koruma çabasının çok yorucu olduğu bu kontrol delisi dünyada kitaplar bir kaçış rotası çoğu zaman... İnsanların farklı biçimlerde birbirini öldürdüğü şu çılgın dünyada herkesin bir kaçış rotası olmalı...

Saflıktaki Küstahlık

Tipik ya da karakteristik özelliklerini bir çırpıda sayamayacağımız ya da bunları bütünüyle kapsayacak nitelemelerde bulunamayacağımız, ya da çok zor bulunabileceğimiz insanlar vardır; "sıradan insanlar" ya da "çoğunluk" denilir bunlara ve gerçekten de her topluluğun büyük çoğunluğunu bunlar oluşturur...
Bunları büsbütün es geçemezsiniz, çünkü sıradan insanlar gündelik hayatın vazgeçilmez halkası olarak her an karşımızdalar; onları atlamakla gerçeklikten vazgeçmiş, gerçekliğe uygunluğu çiğnemiş olabiliriz...
Kimi sıradan kişiler, sürekli olarak sıradanlıkları içinde yaşarlar. Alışılmışın, sıradan olanın, rutinin dışına çıkabilmek için gösterdikleri onca olağanüstü çabaya karşın, başarılı olamaz bunlar. Kimileri şu ya da bu ölçüde tipik olmayı başarabilirken, özgür, bağımsız olma konusunda en ufak bir yetenekten, olanaktan yoksun olmaları nedeniyle yukarıda sözünü ettiğimiz kişilerin sıradanlığın, olağan yaşam çemberinin dışına çıkabilme yolunda giriştikleri bütün çabalar sonuçsuz kalır...
Gerçekten de hiçbir yeteneği, hiçbir özelliği, hatta hiçbir tuhaflığı olmamak; kendine özgü hiçbir düşüncesi olmamak, tümüyle ve kesinlikle "herkes gibi" olmak... ne çekilmez bir durumdur!


İyi bir adı var, ama önemli hiçbir şey o adla anılmaz; hoş bir dış görünüşü var, ama pek anlamlı değil; iyi bir eğitimi var, ama bu eğitimin nerede ve ne uğruna kullanılacağı belli değil; akıl var - kendine ait düşünceleri yok; kalp var - gönül yüceliği yok... Bu tür insanlar pek çoktur bu dünyada, hatta sanıldığından da çoktur; diğer bütün insanlar gibi bunlar da iki ana gruba ayrılırlar: dar kafalılar ve "kafası daha çok çalışanlar".
İlk gruptakiler her zaman daha mutludur. Dar kafalı bir "sıradan" insan için kendisinin sıradışı ve alabildiğine özgün bir insan olduğunu düşünmekten ve en ufak bir kuşkuya kapılmaksızın bunun keyfini sürmekten daha kolay bir şey yoktur... Bir bakıyorsunuz, yüreğinde insanlığın yararına olacak küçücük bir düşünce doğan biri, hemen kendini kimselerin hissetmediği şeyleri hisseden, genel gelişmenin önünde giden biri gibi görmeye başlıyor; ya da her nasılsa herhangi bir düşünceyi benimsemiş ya da başı sonu belli olmayan bir kitaptan bir sayfa okumuş biri, bir bakıyorsunuz bunların "kendi kafasından doğmuş düşünceler" olduğuna inanıyor. 
Burada karşımıza çıkan şeyin adı, tabiri caizse eğer, saflıktaki küstahlıktır ve gerçekten de insana dudak uçuklatan bir düzeydedir. 
"Sıradan" olan, ama aynı zamanda akıllı olan bir insan, kendini bir an özgün bir kişi ya da bir deha olarak görse bile, yüreğinde, kendisini zaman zaman tam bir umutsuzluğa götürecek bir kuşku kurtçuğunun kalmasını önleyemez. Öte yandan gerçekliğe boyun eğmesi durumunda, tüm benliğinin kibir denen zehirle zehirlenmesi kaçınılmazdır. Sonları iyi değildir böylelerinin: ömürleri boyunca huzur bulamazlar!

Dostoyevski - Budala

9 Ağustos 2015 Pazar

Eşitlik, Özgürlük ve Mitler

İnsanların "üstün" ve "sıradan" olarak ayrılmasının bir hayal ürünü olduğunu bugün kabul etmek bizim için çok kolaydır. Öte yandan insanların eşit olması da bir mittir. 

İnsanlar ne anlamda birbirlerine eşittirler? 

Hayal gücümüz dışında gerçekten birbirimize eşit olduğumuz nesnel bir gerçeklik var mıdır?

İnsanlar biyolojik olarak eşit midirler?


Biyoloji bilimine göre insanlar "yaratılmamış", evrimleşmiştir. Ve evrim kesinlikle eşitlikçi değildir. Eşitlik fikri yaradılış inancıyla iç içe geçmiştir... Her insanın ilahi şekilde yaratılmış bir ruhu vardır ve tüm ruhlar Tanrı önünde eşittir... Evrim eşitlik değil farklılık üzerine kuruludur. Her insan diğerlerinden az da olsa farklı bir genetik kod taşır ve doğumundan itibaren farklı çevresel etkilere maruz kalır... Benzer şekilde, biyolojide hak diye bir şey de yoktur. Sadece organlar, beceriler ve özellikler vardır. Kuşlar uçmaya hakkı olduğu için değil kanatları olduğu için uçar.

İnsanların evrimleşmiş özellikleri nedir? 
Elbette öncelikle "hayat"tır. 

Peki ya "özgürlük"? 
Biyolojide özgürlük yoktur. Tıpkı eşitlik, haklar gibi özgürlük de insanların icat ettiği ve ancak hayal güçlerinde yaşattığı bir kavramdır...

Eşitlik ve insan hakları savunucuları bu mantık yürütme karşısında çok tepkili olabilirler. Buna cevapları muhtemelen, "İnsanların biyolojik olarak eşit olmadığını biliyoruz! Fakat eğer özünde hepimizin eşit olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum yaratabiliriz" olacaktır.

Benim buna bir itirazım yok. Benim de "hayali düzen"le kastettiğim tam olarak bu. Belirli bir düzene nesnel bir doğru olduğu için değil, buna inanmak etkili bir işbirliği yapmamızı ve daha iyi bir toplum kurmamızı sağlayacağı için inanıyoruz. Hayali düzenler, kötü niyetli komplolar veya amaçsız seraplar değildir, aksine çok sayıda insanın etkin işbirliği yapabilmesinin tek yoludur.

Muhtemelen bundan önceki paragrafları okurken bazı okurlar sandalyelerinde huzursuzca kıpırdandılar. Bugün çoğumuz böyle tepki verecek şekilde eğitiliyoruz...

Eğer insanlar, insan haklarının sadece hayallerinde yaşadığını fark ederse toplumumuzun çökme ihtimali ortaya çıkmaz mı?

Voltaire Tanrı hakkında, "Tanrı yoktur ama bunu sakın hizmetkarıma söylemeyin, yoksa geceleyin beni öldürür" demiştir. 

İnsanlar yarından itibaren varlığına inanmayı bıraksalar bile, yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. Buna karşın, hayali bir düzen her zaman çökme ihtimaliyle karşı karşıyadır, çünkü varlığı mitlere bağlıdır ve mitler insanlar onlara inanmayı bıraktığı anda çökerler.

Hayali bir düzeni korumak, sürekli ve büyük bir çaba gerektirir.

Yoval Noah Harari - Hayvanlardan Tanrılara Sapiens: İnsan Türünün Kısa bir Tarihi

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Körleşme

Yapıyorlar, ama ne yaptıklarının bilincinde değiller, birtakım alışkanlıklar edinmişler, ama bunun nedenini bilmiyorlar; ömürleri boyunca dolaşıp durdukları halde yollarını bulamıyorlar: kitleden ayrılamayan, koyun gibi peşinden gidenler için doğaldır bunların tümü…
Sanrı, kendisiyle savaşılmadığı sürece ayakta kalabilir. Yapılması gereken, insanın içinde bulunduğu tehlikeyi kendi kendine somutlaştıracak gücü bulabilmesidir… İnsan kendini gerçekliği görmeye zorlamalı ve bu gerçeklik içerisinde sanrı bulunup bulunmadığına bakmalıdır…
Salt alışkanlıkların ve geleneklerin saptadığı yörüngede yaşayan, her şeye yüksekten bakan, ruhunun her yanı yağ bağlamış ve geçen her günün birikimi yeni yağlarla tıkanmış bir insandı; salt pratik amaçlar için yeterli olabilen bir yarım insan: varolabilme yürekliliğini taşımayan bir insan; çünkü dünyamızda varolmak, farklı olabilmek demekti; ama o tepeden tırnağa bir kalıptan, kurulmuş bir terzi mankeninden başka bir şey değildi; bağışlayıcı bir gücün yarattığı raslantılarla harekete geçirilen ya da durdurulan, dolayısıyla yalnızca raslantılara bağımlı olan, en küçük bir etkiden ve güçten yoksun, hep aynı boş tümceleri, kendisine zararı dokunmayacak tümceleri geveleyen bir manken…
O, duyguların yarattığı yanılsamalara inanırken, bizler sağlıklı duyularımızla algıladıklarımıza kuşkuyla bakıyoruz. Aramızda bulunan bir avuç inançlı kişi ise, başkalarının binlerce yıl önce onlar için yaşamış oldukları deneyimlere sarılıyor. Bizler, düşleri, kutsal sözleri, sesleri -nesnelere ve insanlara göz açıp kapayana dek yaklaşabilmeyi- gereksiniyoruz; ve bunları kendi içimizde bulamadığımız zaman geleneklere başvuruyoruz. Kendi yoksulluğumuz yüzünden, inanan kişiler olup çıkıyoruz. İçimizde daha da yoksul olanlar, bunlardan da vazgeçiyorlar…   
Bizler nasırlaşmış akıllarımızın üstünde, cimrilerin paralarının üstünde oturmaları gibi oturuyoruz…

 Elias Canetti

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Koşmasaydım Yazamazdım

Benim yaşlarıma gelmiş bir insanın, şimdi tutup da böyle şeyleri yazıya dökmesi çok saçma gelebilir, ama işin gerçeğini açığa sermek gibi bir isteğim var; benim daha çok yalnızlığı seven bir karakterim vardır.
Hayır, biraz daha net ifade edecek olursam, tek başına olmaktan pek bunalmayan bir karakterim vardır...
Gençlik yıllarımdan beri böyle bir eğilimim vardı.
Birileriyle bir şeyler yapmaktansa, tek başıma sessizce kitap okumayı, kendimi vererek müzik dinlemeyi severim.
Tek başına olduktan sonra yapacak bir şeyler bulmak konusunda sıkıntım yoktur...
Yaşamımın bu döneminde mutlu muyum mutsuz mu, kestiremiyorum, ama bunu sorun haline getirmesem de olur diye düşünüyorum.


Günlük yaşamımda olsun, iş alanında olsun, başkalarıyla üstünlük mücadelesine girmek, benim istediğim türden bir yaşam şekli değil...
Fakat bu yalnızlık hissi, bazen şişeden fışkıran asit gibi, farkında olmadan insanın yüreğini kemiriyor, eritiveriyor...
İşte o yüzden de, bedenimi fiziksel olarak hareket ettirmeyi aralıksız sürdürmek, bazı durumlarda son sınırlarına kadar zorlamak yoluyla, içimde taşıdığım yalnızlığı çürütmek zorundayım...
Benim gibi bir karakterin, çoğu kişinin hoşuna gideceğini sanmıyorum.
Karakterimden etkilenecek bazı kişiler (sanırım çok azdır) çıkabilir. Fakat hoşlanana ender rastlanır.
Böylesine kendini öne çıkarma özelliğinden yoksun bir insana, bir şey olunca hemen kozasına kapanıveren bir insana, acaba kim sempati besleyebilir ki?

Haruki Murakami

26 Haziran 2015 Cuma

Savaş ve Barış: Bir Tür Dayanıklılık Testi

"Leo Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı genellikle bir tür dayanıklılık testi ya da bazı kültürlerdeki statü edinme ritüelleri gibi okunan o birkaç kitaptan biridir. Ya yarısında bırakılır ya da yerinde tozlanmaya mahkûm bir kupa gibi raflarda sergilenir. Romanın gerçekten de çok uzun olduğu doğru ama dikkat ve ilgiyle okunduğunda karşılığını fazlasıyla verir. O'nun Rusya'sına bir girdiğinizde oradan ayrılmak istemeyeceksiniz: Bu açıdan düşünüldüğünde metnin uzunluğu nimete dönüşür çünkü daha okunacak çok şey vardır. Temelde Bolkonsky ve Rostov ailelerinin üzerine kurulu olan Savaş ve Barış, bu iki seçkin aileye üye olanların kişisel öykülerini, Napoléon Bonaparte'ın Fransa'sıyla korkunç bir savaşın eşiğinde olan Rusya'nın portresini çizmek üzere kullanır. Olaylar ana karakterleri hızla bu kaçınılmaz savaşa doğru sürükler. Başka hiçbir yazar, bütün bir halkın ruh halini, orduların manevralarını, toplumun tamamına yayılmış kötü bir şeylerin olacağı önsezisini içinde barındıran epik yaratıcılığın ölçeği konusunda Tolstoy'la boy ölçüşemez. Küçüklü büyüklü çatışmalar, iç içe geçmiş bireysel bakış açılarının kazandırdığı şaşırtıcı bir dolaysızlıkla anlatılır. Kişiyi ilgilendiren şeylerle politikanın alanına girenlerin, insanların iç dünyalarıyla destansı nitelikteki olguların birbirine bağlı doğası, ustalıkla gözler önüne serilir. Tolstoy, karakterlerinin hızla değişen koşullara gösterdikleri duygusal tepkileri inceler ve bunları Rus toplumunun savaşın ve barışın gösterdiklerine verdiği karşılığı betimlemekte kullanır. Son bir not: Eğer Savaş ve Barış'ı okuyacaksanız, sakın kısaltılmış versiyonunu tercih etmeyin. Tolstoy, ana konudan uzaklaşmakta usta olduğuna dair haksız bir ün kazanmış olabilir ama eksiksiz versiyonun bütünlüğünden ödün vermek okuma serüvenini baltalamak olacaktır." 

...diyor "Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap" adlı derleme eser. 


Savaş ve Barış'ı birkaç yıl önce ilk elime aldığımda tamamlayamadım. Bütün edebiyat otoritelerinin gelmiş geçmiş en iyi romanlar arasında gösterdiği bu romanı daha başlarında onca karakterin anlamsız diyaloglarına dayanamayarak bırakmıştım. Aradan bir yıl geçtikten sonra tekrar denedim. Zorlandım. Zor bir roman gerçekten, ancak insana edebiyat adına her türlü olumlu ya da olumsuz duyguyu yaşatıyor. 
  
Okurken, sonu gelmeyen detaylar ve diyaloglar içinde boğuldum, diğer taraftan da bunu (1500 sayfa) bir insan nasıl yazmış olabilir demekten kendimi alamadım! Kont Bezuhov'dan Prens Andrey'e düzinelerce karakter içinde hikayeyi takip edebilmek çok zor. Romanda yaklaşık 500 karakter varmış. Üstelik Fransız-Rus savaşı ve Napoleon güzellemesine yabancı olan bir okur için herşey daha da zor. Çünkü her şeyden önce kitap Rus burjuvasının Fransız özentisi yaşamını ve akabinde yıllarca süren Rus-Fransız savaşını metafor olarak kullanıyor. Bu ülkelerin tarihine yabancı bir okur için de açıkçası bu süreci okumak hiç de kolay değil. Kimi zaman karakterler ve hikaye bu tarihi olayların ve bu olaylar ışığında Tolstoy'un yapmaya kalkıştığı felsefenin gölgesi altında kalıyor. Kitaptan çıkarıldığında hikaye akışını bozmayacak ve yokluğu hissedilmeyecek o kadar bölüm var ki, insanın bu kadar detaya ne gerek vardı diyesi geliyor.

 
İnsanda hem nefret hem de hayranlık gibi birbirine zıt iki duyguyu birden uyandıran romanı İletişim Yayınları'ndan okumanızı tavsiye ederim. Romanı özetlenmemiş tam metin  çeviriden okumanız da önemli. Aksi takdirde Tolstoy'un hikayenin akışını bir kenara bırakıp arasıra içine daldığı tahlilleri kaçırabilirsiniz. Tarih üzerine, iktidar üzerine en önemlisi de özgürlük üzerine öyle derin tahlilleri var ki, romanı sevmeseniz bile ister istemez bir noktada Tolstoy'un hakkını teslim etmek zorunda kalıyorsunuz.

Yine de son tahlilde yaşasın Dostoyevski demeden geçemeyeceğim...

20 Haziran 2015 Cumartesi

Veronika Ölmek İstiyor

...Bir İngiliz şair tarafından yazılmış dizeleri okumuş, çok etkilenmiştim. 

"Taştan fışkıran bir pınar ol, suyu tutan bir sarnıç olma."

Bu sözlerin doğruluğuna inanmamıştım o zaman. Çünkü taşmak tehlikeliydi, taşan suyun sevdiklerimizin bulunduğu alanı basması olasılığı vardı, onları sevgi ve coşkumuzla boğabilirdik. Hayatım boyunca, iç duvarlarının sınırlarını aşmayan bir sarnıç olmaya çabaladım... 

Ama dün çok önemli bir şey öğrendim. İçerideki yaşam ile dışarıdaki yaşam birbirinin tıpkısı. Orada da burada da insanlar gruplaşıyor, çevrelerine duvarlar örüyor ve kendilerine tuhaf gelen hiç bir şeyin sıradan yaşamlarını sarsmasına izin vermiyorlar. Birtakım şeyleri sırf alıştıkları için yapıyorlar, yararsız konuları inceliyorlar, aralarında eğleniyorlar, çünkü eğlenmek gerekir, dünyanın geri kalanında olup bitenlerden onlara ne? En fazla, televizyonda haberleri seyrediyorlar - bizim de sık sık yaptığımız gibi - ve böylece sorunlarla, haksızlıklarla dolu dünyadan ne kadar uzak olduklarını hissederek mutluluklarını bir kez daha doğruluyorlar... 

Herkes akvaryumun cam duvarlarının dışında olup bitenleri fark etmekten dikkatle kaçınıyor... 

Ama insan değişiyor...

Paulo Coelho




23 Nisan 2015 Perşembe

Whiplash: Kusursuzluğun Peşinde

1985 doğumlu genç yönetmen Damien Chazelle, hem yazıp hem yönettiği son filmi ile bu kadar ses getirmeyi muhtemelen kendisi de beklemiyordu. Keza filmin kadrosu da, genelde yardımcı rollerde görmeye alıştığımız J.K. Simmons dışında pek bilinmiyor. Buna rağmen, 2015 Oscar Ödülleri'nde aldığı 5 adaylık ve evine götürdüğü üç Oscar heykeli ile boyundan büyük işler başardı. Sadece bu değil, Whiplash oldukça sağlam bir film: Kan, ter ve gözyaşı olmadan başarı olmaz temasıyla harmanlanan başarısızlık korkusunu hissettirmekteki başarısı ve kulakların pasını silen müzik ziyafeti ile lezzetli mi lezzetli bir yapım. J.K. Simmons'ın psikopat müzik öğretmeni rolündeki başarısı ise filmin kreması adeta. Ki kendisi En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında bu yıl Oscar'ın sahibi oldu. Sonuna kadar hakketmiş. İzleyince siz de göreceksiniz. 


Manhattan’daki Shaffer Müzik Konservatuarı’nda eğitim alan Neyman, gelmiş geçmiş en iyi davulculardan birisi olmak için canla başla çalışmaktadır. Alelade bir orkestrada yedek davulcu iken bir gün talihi döner ve okulda herkesin saygı duyduğu, aynı zamanda da önünde korkuyla titrediği müzik öğretmeni tarafından ekibine seçilir. Terrence Fletcher, öğrencilerini hem duygusal hem de fiziksel olarak zorlamasıyla bilinen bir öğretmendir. Bu müzik aşkıyla bezenmiş rekabet dolu ilişki bütün filme hükmeder. 


Kafayı Caz ile, doğru tonla, zor ve hızlı ritimlerle bozan Terrence Fletcher rolünde J.K. Simmons adeta oyunculuk dersi veriyor ve seyirciyi her dakika diken üstünde tutmayı başarıyor. Filmin en büyük başarısı, insanı gerim gerim geren, mükemmeliyetçi müzik öğretmeni ekseninde, başarısızlık ve dibe vurma korkusunu mükemmel bir şekilde sunması ve hissettirmesi. Başrol oyuncusu Miles Teller’a da dikkat: 15 yaşından beri davul çaldığı için filmdeki performanslar da çoğunlukla kendisine ait. Haftada 3 gün, günde 4 saatlik dersler alarak film için kendini iyice geliştiren Teller, çok az sayıdaki sahnede dublör kullanmış. Üstelik yönetmen Damien Chazelle’in bazı sahnelerde bilerek “kes” demediği de söyleniyor. Yani Teller’ın davul çalarken ekrana yansıyan ciddi şekilde zorlandığı yüz ifadeleri de yüzde yüz gerçek. Filmde ellerinin kanadığı sahnelerden bazıları da gerçekten yaşanmış. 

İşin ilginç yanı, genç yönetmen filmi yazdığında uzun metraj için para bulamamış ve bu nedenle 2013 yılında önce kısa film olarak çekerek Sundance Film Festivali'ne katılmış. Orada kazandığı ödül sayesinde bulduğu sponsor ile filmi bu yıl çekebilmiş, hem de 19 günde. Özellikle Caz müzik sevenlerin, sırf bu yönden bile kendini kaptırabileceği yapım, canlı müzik kayıtları ve finalindeki 9 dakikalık Caravan solosuyla bile müthiş. Yazıyı müzik öğretmeni Terrence Fletcher'ın ağzından güzel bir replik ile bitirelim:


"Açıkçası insanların Shaffer’da yaptığım şeyi anladıklarını sanmıyorum. Ben orada orkestra yönetmiyordum. Moronun teki de kollarını sallayıp millete tempo verebilir. Ben orada insanları, onlardan beklenenin ötesine zorlamak için bulunuyordum. Bunun mutlak bir gereksinim olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde dünyayı bir sonraki Louie Armstrong’dan, Charlie Parker’dan mahrum ederiz." 

Yönetmen: Damien Chazelle
Senaryo: Damien Chazelle
Oyuncular: Miles Teller, J.K. Simmons, Melissa Benoist.
Yapım: ABD
Tür: Dram-Müzik
Ödüller: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu ve En İyi Ses Miksajı; En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Altın Küre aldığı bazı ödüller...
Süre: 107 dakika
IMDb Puanı: 8.6