Yapıyorlar, ama ne yaptıklarının
bilincinde değiller, birtakım alışkanlıklar edinmişler, ama bunun nedenini
bilmiyorlar; ömürleri boyunca dolaşıp durdukları halde yollarını bulamıyorlar:
kitleden ayrılamayan, koyun gibi peşinden gidenler için doğaldır bunların tümü…
Sanrı, kendisiyle savaşılmadığı sürece
ayakta kalabilir. Yapılması gereken, insanın içinde bulunduğu tehlikeyi kendi
kendine somutlaştıracak gücü bulabilmesidir… İnsan kendini gerçekliği görmeye
zorlamalı ve bu gerçeklik içerisinde sanrı bulunup bulunmadığına bakmalıdır…
Salt alışkanlıkların ve geleneklerin
saptadığı yörüngede yaşayan, her şeye yüksekten bakan, ruhunun her yanı yağ
bağlamış ve geçen her günün birikimi yeni yağlarla tıkanmış bir insandı; salt
pratik amaçlar için yeterli olabilen bir yarım insan: varolabilme yürekliliğini
taşımayan bir insan; çünkü dünyamızda varolmak, farklı olabilmek demekti; ama o
tepeden tırnağa bir kalıptan, kurulmuş bir terzi mankeninden başka bir şey
değildi; bağışlayıcı bir gücün yarattığı raslantılarla harekete geçirilen ya da
durdurulan, dolayısıyla yalnızca raslantılara bağımlı olan, en küçük bir
etkiden ve güçten yoksun, hep aynı boş tümceleri, kendisine zararı dokunmayacak
tümceleri geveleyen bir manken…
O, duyguların yarattığı yanılsamalara
inanırken, bizler sağlıklı duyularımızla algıladıklarımıza kuşkuyla bakıyoruz.
Aramızda bulunan bir avuç inançlı kişi ise, başkalarının binlerce yıl önce
onlar için yaşamış oldukları deneyimlere sarılıyor. Bizler, düşleri, kutsal
sözleri, sesleri -nesnelere ve insanlara göz açıp kapayana dek
yaklaşabilmeyi- gereksiniyoruz; ve bunları kendi içimizde bulamadığımız zaman
geleneklere başvuruyoruz. Kendi yoksulluğumuz yüzünden, inanan kişiler olup
çıkıyoruz. İçimizde daha da yoksul olanlar, bunlardan da vazgeçiyorlar…
Bizler
nasırlaşmış akıllarımızın üstünde, cimrilerin paralarının üstünde oturmaları
gibi oturuyoruz…
Elias Canetti